

“Bu kurumdan ayrılırsam eşim boş olsun”, “Şunu yapmazsam eşim boş olsun” yahut “Şunu yaparsan boş ol” gibi boşama fiilinin şarta bağlandığı ifadelerin hangi sonuçları doğuracağı kullanan kişinin maksadına bağlı olduğundan hareketle bu gibi sözlerin hükmü nedir? Şarta bağlı boşama - muallak talak - hakkında bilgi verir misiniz?
Hadis kaynaklarında böyle bir rivayet bulamadık. Delilsiz kaynaksız bu tür rivayetlere itibar etmeyiniz.
Bilgi için tıklayınız:
"Rebiülevvel ayının girdiğini haber veren cennetlik olur, cehennemden kurtulur" gibi rivayetler doğru mudur? Benzer manalarda hadis diye sosyal medyada yayınlanıyor. Bunlar doğru mudur?
İnsanda MAOA savunucu geni var. Bu gen insanı suça itiyor, saldırganlaştırıyor ve bazen bu saldırganlık cinayetle sonuçlanabiliyor. Peki insanlar sahip oldukları genler tarafından yönlendiriliyorsa, burada cüz’i iradeden söz edilebilir mi?
“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.”(Hucurat, 49/10)
Toplumun en büyük yaralarından birisi de kardeşliğin tesis edilememiş olmasıdır. Toplumdaki bütün sıkıntıların, çekişmelerin, çatışmaların sebebi; kardeşliğin yerini hırs, kin, düşmanlık, haset gibi duyguların almış olmasıdır. Bu büyük yaranın ilacı, merhemi muhabbettir. Peygamberimiz (a.s.m.) bu hususa şu hadisiyle vurgu yapmıştır:
"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!" (Müslim, Îmân 93-94; Tirmizî, Et'ime 45; İbni Mâce, Mukaddime 9)
Hakiki imana sahip olabilmek için mümin kardeşlerimizi sözde değil hakikatte sevmemiz gerekir. Bu sevgiye vesile de selamdır. Selam dildeki kuru bir ifadeden ibaret olmamalıdır. Selam veren insan, karşısındakine "Benden sana zarar gelmez, bana güvenebilirsin!.." mesajı vermektedir. Buna gerçekten inanarak ve gönülden söylemeyerek olumlu bir etki meydana gelebilir. Kalpten söylenen kalbe tesir eder. Dilde kuru bir ifade, bir kulaktan girip bir kulaktan çıkar, tesir etmez.
Peygamberimiz (a.s.m.) müminlerin kardeşlik bağlarının ne derece güçlü olması gerektiğini şu hadisiyle bildirmektedir:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Mümin kardeşlerimizi kendi parçamız, kendi uzvumuz gibi görüp hatalarını kendi hatamız gibi kabullenmemiz gerekir. Bu düşünce hakim olursa; kin, gıybet, haset gibi duygular kalbimizde yer tutmayacaktır. İnsan kendi azasına nasıl sahip çıkıyorsa, mümin kardeşine de öyle sahip çıkmalı, kusurlarını örtmeli ve ıslahı için çalışmalıdır.
Bir organımız rahatsızlandığında, nasıl üzlüyor, acı çekiyorsak ve tedavisi için gayret ediyorsak; bir mümin kardeşimizi de kusurlu, hatalı gördüğümüzde onun için üzülmeli ve manevi hastalığının tedavisi için gayret etmeliyiz.
Aynı şekilde nasıl ki kendi uzvumuzdaki bir güzellikle iftihar ediyor, mutlu oluyorsak; bir kardeşimizin de başarısı ve nail olduğu nimetlerden dolayı memnun olmalıyız. Organlarımızın sağlıklı olması, güzel çalışması bizi memnun ettiği gibi manen birer organımız olan kardeşlerimizin güzellikleri de bizi memnun etmeli, haset gibi duygulara içimizde yer bırakmamalıdır.
Müminlerden oluşan bu manevi vücudun şahsiyeti iman ve İslamiyet'tir. Bu büyük vücudun bir azasındaki tahrip, yıkılma tüm vücudun yıkılma sürecidir. Bu sebeple bir mümindeki problem tüm müminlerin problemidir. Her birimizin hedefi, gayesi birdir. Değer yargılarımız birdir. Bizi bu hayatla bağlayan bağlar birdir. Bu açıdan kardeşlik bağlarının güçlenmesi şahsi ve toplumsal hayatımızın selameti için son derece önemlidir.
Bir kardeşimiz ne kadar günahkâr dahi olsa iman sahibi olduğu sürece sevilmeye, korunmaya layıktır. İman öyle değerli bir sıfattır ki, tüm kusurları örter. Bir kardeşimiz büyük günahları da işlemiş olsa, ona olan sevgimizi kaybedemeyiz. Nasıl ki, bir gemide dokuz cani ile bir masum olsa o gemi batırılmaz. Öyle de bir mümin kardeşimizin dokuz kötü sıfatı olsa, iman gibi bir güzel sıfatı o kardeşimizi reddetmemize hor görmemize engel olur. Aksi hâlde gemideki o masumun hakkını gözetmeden gemiyi batırmak gibi bir zulüm işlemiş oluruz.
Mümin kardeşlerimize karşı hakiki bir sevgi beslersek, düşmanlık, kin gibi duygular yerini acımaya, şefkate bırakacaktır. Suçlayarak, itham ederek değil aksine doktorun hastasına şefkatle yaklaşması gibi şefkatle yaklaşır, güzellikle ıslahına çalışırız.
Bir doktor kendisine gelen hastasına "Neden hasta oldun, sen ne kötü bir insansın, böyle kötü hastalık mı olur?.." diye hakaret etse, ne olur; o hasta daha da hasta olur, iyileşmez. Aksine doktor hastasına şefkatle, merhametle yaklaşır, teselli ve ümit vermeye çalışır. Bunun gibi biz de kardeşlerimizdeki hataları, kusurları, yanlışları, birer manevi hastalık gibi görmeli, manevi bir doktor gibi şefkatle tedavisine çalışmalıyız. Eğer itham ederek, hakaret ederek yaklaşırsak, o kardeşimizi daha büyük hatalara itmiş oluruz.
Şayet bir kardeşimize karşı şefkatle merhametle yaklaşamıyorsak, demek ki kalbimizde kin, öfke, düşmanlık duyguları bir hastalık gibi yerleşmiştir. Derhal içimizdeki bu hastalıkların tedavisine çalışmalıyız. Aksi hâlde ne kardeşlerimize faydamız olur, ne de kendimize.
Hadis-i kudside Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım." (Acluni)
Nasıl ki Kâbe Allah'ın evidir, öyle de müminin kalbi de Kâbe kıymetindedir. İşte imanlı bir kalbe sahip olan mümin kardeşlerimizin hatalarını çakıl taşları gibi önemsiz görmeliyiz. Aksi hâlde çakıl taşlarını Kâbe'den daha kıymetli gibi görme yanlışına düşeriz. Ne kadar günahkâr da olsa, mümin bir kardeşimiz Kâbe gibi sevilmeye ve hürmete layıktır.
Birisine düşmanlık etmek gerekiyorsa, o, nefsimizde bulunan "düşmanlık duygusu" olmalıdır. Bu duyguya düşmanlık edelim, izalesine çalışalım. Nefsimizin kötü arzularıyla mücadele edelim. Nefsimizin hatırı için mümin kardeşimize kin ve düşmanlık yapmayalım.
Düşmanlık duygusu, ancak aramıza kin ve nefret tohumlarını saçan din düşmanlarına karşı sarfedilebilir.
Bir kardeşimizin bize karşı bir hatasını zorla, baskıyla ortadan kaldırmaya kalkışırsak; kalbinde gizli bir kin ve nefret bırakmış oluruz. Sevgiyle, güzellikle mukabele edersek, hakiki dostluğunu ve sevgisini kazanmış oluruz.
Kur'an-ı Kerim'de Rabbimiz bize nasıl davranmamız gerektiğini şöylece bildirmektedir:
“Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan, 25/72)
“Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Teğabün, 64/14)
Kalp huzuru ve selamet, işte bu âyetlerin işaret ettiği davranış şeklindedir. Kalbinde kin ve düşmanlık olan insan ise, hem kendisine hem kardeşine hem de Rahmet-i İlahiyeye zulmetmiş, haksızlık etmiş olur. İçindeki haset, kin ve düşmanlık duygusu önce kendisini yakar, elem içinde bırakır, huzur diye bir şey kalmaz. Hak etmediği hâlde kardeşine kin ve düşmanlık ederek ona zulmetmiş olur. Allah'ın verdiği nimetleri kıskanmakla da Allah'ın Rahmetini, ihsanını, ikramını itham etmiş olur ki bu da çok büyük bir zulümdür.
Mümin kardeşimizden bize gelen bir fenalığa karşı ona kin beslememek için şöyle düşünmemiz gerekir:
- Evvela kaderin bir hissesi vardır. Bir hatamıza karşı kader karşımıza böyle bir fenalığı çıkarmış olabilir. Kadere rıza göstermek gerekir.
- Nefsi ve şeytanı o kardeşimizi kandırmış böyle bir fenalığı işletmiştir. Ona kin beslemek yerine nefsine, şeytana yenik düştüğü için acımak gerekir.
- "Bu fenalığı yapmasına nasıl sebebiyet verdik?" diye düşünüp, kendimize de bir hisse ayırmalıyız.
Geriye kalan küçük bir kusurdan dolayı da kardeşimize kin beslemek yerine, kardeşliğin gereği olarak affetmeliyiz.
İki cihanın saadetini isteyen dostlarına karşı daima iyilikle muamele etmeli, düşmanlarına karşı da daima barışla mukabele etmelidir.
(Bediüzzaman'ın Uhuvvet Risalesi'nden istifade edilerek hazırlanmıştır)
Bir mümin diğer mümin kardeşlerine karşı kırılmamayı, gücenmemeyi nasıl başarabilir?
Sigorta işçi lehinde bir menfaattir. Eğer işçi çalışmaya mecbur ise, sigorta olmak da istiyorsa, ama işveren onun ihtiyacını istismar ederek "Sigortasız çalışırsan seni işe alırım aksi halde almam." diyorsa ve işçi mecburen boyun eğiyorsa işveren sorumlu olur, işçi değil.
Bazı çalışanların durumu sigortaya ihtiyaç hissettirmez, bu durumda işçi gönül rızasıyla sigortasız çalışabilir.
Devlet sigortayı mecbur kılıyor, ama işçinin menfaati için, işçi menfaatini sigortasız çalışmada buluyorsa çalışır...
- Bulunduğumuz devletin kanunlarına uymamak dinen günah mıdır, kul hakkına girer mi?
- Kapıcılık işi var bir tane adam gel ev vereyim sana kapıcı dairesi, kışın kaloriferi yak 1000 TL para vereyim senden yakıt parası kira parası istemiyorum. Merdivenleri de haftada 1 defa yıka ayda 4 defa eder, ordan da 250 vereyim toplamda 1250 lira maaş fakat onuncu aydan diğer yılın beşinci ayına kadar yani 7 ay çalıştırıyor, ama evi bana veriyor süresiz yıllarca…
- Bu işte adam sigortanı yaptırmam diyor. Adam kendisi de oradaki dairelerin yöneticisi. Bu işte çalışmam caiz midir? Ben sigorta olmazsa da çalışırım sorun değil benim için, eğer dinen günah bir yanı yoksa. Sigortasız hani burada devlete karşı suç işleme var mı? Varsa günah mı sayılır ben maaşıma zerre haram gelsin istemiyorum.
- Laik bir ülkede de olsak Müslüman o ülkenin kurallarına uymak zorunda. Uymazsa dinen günaha giriyor mu acaba? Kamunun hakkına zararı mı var ben sigortasız çalışmaya razıyım devlete karşı niye suç olsun ki? Kamuya karşı niye suç olsun ki? Yani Türkiye’nin bütün insanlarına karşı kul hakkımı işlemiş olurum?
- Durum bu, çalışayım mı çalışmayayım mı bu işte? Dinen günah değilse kul hakkı yoksa çalışmak istiyorum. Ayrıca farklı farklı yerlerde bir sürü kişiye sigortalı veya sigortasız işçi olarak da çalışmam doğru olur mu? Caiz midir helal midir, ben razıyım.
Tebliğ, imamlık, müezzinlik, din öğretmenliği gibi ibadet olan vazifelerden ücret almak aslında caiz görülmemişti. O dönemlerde bu işlerle meşgul olanların geçimini (ücret değil, geçim) devlet karşılıyordu.
Sonra devlet bundan vazgeçti, o vazifeleri yapanlar da maişetlerini kazanmak için başka işlerle meşgul olamadıklarından geçim sıkıntısına düştüler ve fukaha zarureten ücret almayı caiz gördüler.
Bu ücretten maksat da doğrudan hizmet verilenden alınan ücrettir; mesela kadı hüküm veriyor, taraflardan ücret alıyor, muallim dini ve Kur'an'ı öğretiyor, öğrettiğinden ücret alıyor, imamlık yapıyor namaz kıldırdığı cemaatten ücret alıyor.
Bugün genellikle bu çeşit hizmetleri yapanlar, hizmet verdikleri şahıslardan ücret almıyorlar; ya devlet maaş veriyor ya -soruya gelecek olursak- bu işten menfaat sağlayan tv sahibi ücret veriyor.
Bu tv.lerde yapılan konuşmalar farz-ı kifaye olan din tebliğ ve öğretimine girerse ve yapan da farz-ı kifayeyi yerine getirmek için yapıyorsa şu kayıt konabilir:
Hoca, kendisine para verilmese dahi bunu yapmalıdır; yapma niyetinde ve fiilinde olmalıdır. Para beklemeden bu vazifeyi yapan bir kimseye doğrudan hizmet verdiği şahıslar değil de bir üçüncü şahsın para vb. vermesi caiz olsa gerektir.
- Ramazan ayında veya herhangi bir zaman televizyona bazı hocalar tebliğ yapıyorlar. Fakat bu işten para kazanmıyorlar mı, bu günah olmaz mı? Tebliğ işine para katışmış olmuyor mu?
- Televizyon veya internet yoluyla tebliğ yaparken bir kuruş kazanmak bile doğru gelmiyor. Haram değil midir?
“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.”(Hucurat, 49/10)
Toplumun en büyük yaralarından birisi de kardeşliğin tesis edilememiş olmasıdır. Toplumdaki bütün sıkıntıların, çekişmelerin, çatışmaların sebebi; kardeşliğin yerini hırs, kin, düşmanlık, haset gibi duyguların almış olmasıdır. Bu büyük yaranın ilacı, merhemi muhabbettir. Peygamberimiz (a.s.m.) bu hususa şu hadisiyle vurgu yapmıştır:
"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!" (Müslim, Îmân 93-94; Tirmizî, Et'ime 45; İbni Mâce, Mukaddime 9)
Hakiki imana sahip olabilmek için mümin kardeşlerimizi sözde değil hakikatte sevmemiz gerekir. Bu sevgiye vesile de selamdır. Selam dildeki kuru bir ifadeden ibaret olmamalıdır. Selam veren insan, karşısındakine "Benden sana zarar gelmez, bana güvenebilirsin!.." mesajı vermektedir. Buna gerçekten inanarak ve gönülden söylemeyerek olumlu bir etki meydana gelebilir. Kalpten söylenen kalbe tesir eder. Dilde kuru bir ifade, bir kulaktan girip bir kulaktan çıkar, tesir etmez.
Peygamberimiz (a.s.m.) müminlerin kardeşlik bağlarının ne derece güçlü olması gerektiğini şu hadisiyle bildirmektedir:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Mümin kardeşlerimizi kendi parçamız, kendi uzvumuz gibi görüp hatalarını kendi hatamız gibi kabullenmemiz gerekir. Bu düşünce hakim olursa; kin, gıybet, haset gibi duygular kalbimizde yer tutmayacaktır. İnsan kendi azasına nasıl sahip çıkıyorsa, mümin kardeşine de öyle sahip çıkmalı, kusurlarını örtmeli ve ıslahı için çalışmalıdır.
Bir organımız rahatsızlandığında, nasıl üzlüyor, acı çekiyorsak ve tedavisi için gayret ediyorsak; bir mümin kardeşimizi de kusurlu, hatalı gördüğümüzde onun için üzülmeli ve manevi hastalığının tedavisi için gayret etmeliyiz.
Aynı şekilde nasıl ki kendi uzvumuzdaki bir güzellikle iftihar ediyor, mutlu oluyorsak; bir kardeşimizin de başarısı ve nail olduğu nimetlerden dolayı memnun olmalıyız. Organlarımızın sağlıklı olması, güzel çalışması bizi memnun ettiği gibi manen birer organımız olan kardeşlerimizin güzellikleri de bizi memnun etmeli, haset gibi duygulara içimizde yer bırakmamalıdır.
Müminlerden oluşan bu manevi vücudun şahsiyeti iman ve İslamiyet'tir. Bu büyük vücudun bir azasındaki tahrip, yıkılma tüm vücudun yıkılma sürecidir. Bu sebeple bir mümindeki problem tüm müminlerin problemidir. Her birimizin hedefi, gayesi birdir. Değer yargılarımız birdir. Bizi bu hayatla bağlayan bağlar birdir. Bu açıdan kardeşlik bağlarının güçlenmesi şahsi ve toplumsal hayatımızın selameti için son derece önemlidir.
Bir kardeşimiz ne kadar günahkâr dahi olsa iman sahibi olduğu sürece sevilmeye, korunmaya layıktır. İman öyle değerli bir sıfattır ki, tüm kusurları örter. Bir kardeşimiz büyük günahları da işlemiş olsa, ona olan sevgimizi kaybedemeyiz. Nasıl ki, bir gemide dokuz cani ile bir masum olsa o gemi batırılmaz. Öyle de bir mümin kardeşimizin dokuz kötü sıfatı olsa, iman gibi bir güzel sıfatı o kardeşimizi reddetmemize hor görmemize engel olur. Aksi hâlde gemideki o masumun hakkını gözetmeden gemiyi batırmak gibi bir zulüm işlemiş oluruz.
Mümin kardeşlerimize karşı hakiki bir sevgi beslersek, düşmanlık, kin gibi duygular yerini acımaya, şefkate bırakacaktır. Suçlayarak, itham ederek değil aksine doktorun hastasına şefkatle yaklaşması gibi şefkatle yaklaşır, güzellikle ıslahına çalışırız.
Bir doktor kendisine gelen hastasına "Neden hasta oldun, sen ne kötü bir insansın, böyle kötü hastalık mı olur?.." diye hakaret etse, ne olur; o hasta daha da hasta olur, iyileşmez. Aksine doktor hastasına şefkatle, merhametle yaklaşır, teselli ve ümit vermeye çalışır. Bunun gibi biz de kardeşlerimizdeki hataları, kusurları, yanlışları, birer manevi hastalık gibi görmeli, manevi bir doktor gibi şefkatle tedavisine çalışmalıyız. Eğer itham ederek, hakaret ederek yaklaşırsak, o kardeşimizi daha büyük hatalara itmiş oluruz.
Şayet bir kardeşimize karşı şefkatle merhametle yaklaşamıyorsak, demek ki kalbimizde kin, öfke, düşmanlık duyguları bir hastalık gibi yerleşmiştir. Derhal içimizdeki bu hastalıkların tedavisine çalışmalıyız. Aksi hâlde ne kardeşlerimize faydamız olur, ne de kendimize.
Hadis-i kudside Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım." (Acluni)
Nasıl ki Kâbe Allah'ın evidir, öyle de müminin kalbi de Kâbe kıymetindedir. İşte imanlı bir kalbe sahip olan mümin kardeşlerimizin hatalarını çakıl taşları gibi önemsiz görmeliyiz. Aksi hâlde çakıl taşlarını Kâbe'den daha kıymetli gibi görme yanlışına düşeriz. Ne kadar günahkâr da olsa, mümin bir kardeşimiz Kâbe gibi sevilmeye ve hürmete layıktır.
Birisine düşmanlık etmek gerekiyorsa, o, nefsimizde bulunan "düşmanlık duygusu" olmalıdır. Bu duyguya düşmanlık edelim, izalesine çalışalım. Nefsimizin kötü arzularıyla mücadele edelim. Nefsimizin hatırı için mümin kardeşimize kin ve düşmanlık yapmayalım.
Düşmanlık duygusu, ancak aramıza kin ve nefret tohumlarını saçan din düşmanlarına karşı sarfedilebilir.
Bir kardeşimizin bize karşı bir hatasını zorla, baskıyla ortadan kaldırmaya kalkışırsak; kalbinde gizli bir kin ve nefret bırakmış oluruz. Sevgiyle, güzellikle mukabele edersek, hakiki dostluğunu ve sevgisini kazanmış oluruz.
Kur'an-ı Kerim'de Rabbimiz bize nasıl davranmamız gerektiğini şöylece bildirmektedir:
“Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan, 25/72)
“Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Teğabün, 64/14)
Kalp huzuru ve selamet, işte bu âyetlerin işaret ettiği davranış şeklindedir. Kalbinde kin ve düşmanlık olan insan ise, hem kendisine hem kardeşine hem de Rahmet-i İlahiyeye zulmetmiş, haksızlık etmiş olur. İçindeki haset, kin ve düşmanlık duygusu önce kendisini yakar, elem içinde bırakır, huzur diye bir şey kalmaz. Hak etmediği hâlde kardeşine kin ve düşmanlık ederek ona zulmetmiş olur. Allah'ın verdiği nimetleri kıskanmakla da Allah'ın Rahmetini, ihsanını, ikramını itham etmiş olur ki bu da çok büyük bir zulümdür.
Mümin kardeşimizden bize gelen bir fenalığa karşı ona kin beslememek için şöyle düşünmemiz gerekir:
- Evvela kaderin bir hissesi vardır. Bir hatamıza karşı kader karşımıza böyle bir fenalığı çıkarmış olabilir. Kadere rıza göstermek gerekir.
- Nefsi ve şeytanı o kardeşimizi kandırmış böyle bir fenalığı işletmiştir. Ona kin beslemek yerine nefsine, şeytana yenik düştüğü için acımak gerekir.
- "Bu fenalığı yapmasına nasıl sebebiyet verdik?" diye düşünüp, kendimize de bir hisse ayırmalıyız.
Geriye kalan küçük bir kusurdan dolayı da kardeşimize kin beslemek yerine, kardeşliğin gereği olarak affetmeliyiz.
İki cihanın saadetini isteyen dostlarına karşı daima iyilikle muamele etmeli, düşmanlarına karşı da daima barışla mukabele etmelidir.
(Bediüzzaman'ın Uhuvvet Risalesi'nden istifade edilerek hazırlanmıştır)
Bir mümin diğer mümin kardeşlerine karşı kırılmamayı, gücenmemeyi nasıl başarabilir?
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse işte onlar zalimlerdir.” (Hucurat, 49/11)
Bu ayette zikredilen “lakaplar”konusunda değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları şöyle sırlamak mümkündür:
a) Kişi iman ettiği halde kendisini eski zihniyetini hatırlatacak lakap takmak. Mesela, Müslüman olmuş bir Yahudiye “Ey Yahudi!” demek gibi.
b) Eski günahlarından tövbe ettiği halde, kişiyi o kötü halini hatırlatacak şekilde lakap takmak: Mesela, Otuz yıl önce içkiyi bırakıp tövbe eden bir kimseye“Ayyaş!” diye lakap takmak gibi.
c)İnsanların birbirine “kâfir, Münafık” şeklinde hitap etmeleri gibi. (İbnu’l-Cevzi/Zadu’l-Mesir; el-Meraği, ilgili ayetin tefsiri)
Soruda örnek verilen lakapların sahipleri, Allah’ın lanetine uğramış kâfirlerdir.
Bu ayette ise, özellikle müminlerin birbirlerini böyle kötü lakaplandırmalarının doğru olmadığına işaret edilmiştir.
Ayetin başında yer alan“Ey İman edenler.” mealindeki ifadeden bunu anlamak mümkündür.
Keza, ayetin “İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir!” mealindeki ifadesi de buna delalet etmektedir.
Bununla beraber, herhangi bir kimsenin kalbini kıracak şekilde ona bir lakap takmak İslam nazarında doğru değildir. Çünkü kalbi kırmak da günahtır.
- Burada Bediüzzaman Hazretlerinin şu vurguları da önemlidir:
“S- Bir kısım Jön Türk der: "Demeyiniz Hristiyanlara hey kâfir. Zira ehl-i kitabdırlar."Neden kâfir olana kâfir demiyeceğiz?
C- Kör adama, hey kör demediğiniz gibi... Çünki eziyettir. Eziyetten nehiy var: مَنْ اٰذٰى ذِمِّيًّا ilh....
Saniyen: Kâfirin iki manası vardır:
Birisi ve en mütebadiri, dinsiz ve münkir-i Sani' demektir. Şu mana ile, ehl-i kitaba ıtlak etmeğe hakkımız yoktur.
İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mananın tebadüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.” (Münazarat, s. 33 - 34)
- İslamiyette lakap takmanı yeri nedir?
- Hucurat 11'de insanlara birbirlerine lakap takmamaları emrediliyor ama neden Tanrı Aabduluzza bin Abdulmutalip'e Tebbet suresinde Ebu Leheb yani Ateşin Babası demiştir?
- Veya neden Amr bin Hişam'a Ebu cehil denilmektedir?
- Eğer yasak olan kötü lakap takmak ise, bu lakaplar da kötü değil mi?
- Bu konuyu araştırıp hem kimin ne dediğini hem dediğinin doğru olup olmadığını tespit etmek için çok geniş bir zamana ihtiyaç vardır. İslam ümmeti için bir faydası olmadığını düşündüğümüz bu konuya vakit ayırmak bizce israftır.
Bu sebeple meselenin temel esasına işaret eden bazı bilgileri vermekle yetineceğiz. Sizin de bu konuda bizi mazur görmenizi dileriz.
a)Hz. Ömer’le ilgili bilgiye rastlayamadık. Özellikle Taberi’nin ne tefsirinde ne de tarihinde böyle bir bilgiyi bulamadık.
b) Türklerle Ye'cûc-Me'cûcün amca çocukları olduğu, ikisinin de Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in neslinden geldiğine dair, özellikle bu konuda Dahhak, Said. b. Müseyyib, Vehb b. Münebbih’ten gelen bilgiler vardır. (bk. Taberi, Tarih, 1/201) Bununla beraber, Türklerin, Deylem, Benu Kantura, Tübbe’in neslinden olduğuna dair bilgiler de vardır. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 6/104)
c) Zülkarneyn seddi yapılınca, Ye'cûc-Me'cûc kabilelerinden seddin dışında kalanlara / terk edilenlere, Türk denildi. (İbn Hacer, a.y)
d) “Ayakkabıları kıldan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Siz, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi, gözleri küçük, burunları yassı olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz."(Buharî, Cihad 95, 96, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 62; Ebu Davud, Melahim; Tirmizî, Fiten 40; Nesâî, Cihad 42) şeklindeki hadiste yer alan özelliklerden hareketle bunlar Türk kavmi olarak değerlendirilmiştir.
Mesela Buhari’de bu hadisin zikredildiği bab: “Türklerle Savaş” başlığıyla verilmiştir. (bk. İbn Hacer, a.y)
e) Tarih içerisinde, Müslümanlarla Türkler arasında cereyan eden ve onların Müslüman olmalarına vesile olan savaşlar da olmuştur.
Hadislerde geçen savaşların, Müslüman olmamış Türklerle ilgili olduğundaşüphe etmemek gerekir.
- Bununla beraber, soyu itibariyle Kuzey ve Orta Asya’da yaşayan ve Çin Seddi'nin inşasına sebep olan Moğol, Mançur, Tatar ve Kırgız gibi tarihte Türk olarak da anılan kabilelerden bazı gruplar da bu hadislerde söz konusudur. Özellikle, İslam alemini yağmalayan, Abbasi devletini yıkan Moğolların, Tatarların bu hadislerde olduğu gibi, diğer bazı hadislerde de bizzat bir çeşit deccal olarak vasıflandırılmıştır.
“Müslümanlarla savaşma” konusunun, Türk unvanıyla bu zalimlere baktığını söylemek yanlış olmasa gerektir.
Demek ki hadislerde savaşla ilgili veya Ye'cûc ve Me'cûc ile ilgili hususlar, Uzak Doğu, Kuzey, Orta Asya bölgelerinde yaşayan ve o günlerde -hatta hâlâ da- Türklerle yakın oldukları kabul edilen gayr-ı müslim kimselerlealakalıdır.
- Bazı dinsizlerin bu gibi bilgileri bahane ederek,Türkleri İslam’dan ve Müslümanlardan uzaklaştırmak istedikleri de çok bilinmektedir. Bu sebeple meseleyi, asrım Müceddidi ve gerçek söz sahibi olan Bediüzzaman Hazretlerinin ifadelerinden de okumakta fayda vardır:
“Ye'cüc ve Me'cüc hâdisatının icmali Kur'an’da olduğu gibi, rivayette bir kısım tafsilât var. Ve o tafsilât ise, Kuran’ın muhkematından olan icmali gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar tevil isterler. Belki râvilerin içtihadları karışmasıyla tabir isterler."
"Evet لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ Bunun bir tevili şudur ki: Kuran’ın lisan-ı semavîsinde Ye'cüc ve Me'cüc namı verilen Mançur ve Moğol kabîleleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım başka kabîleleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir."
"Hatta şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır(….)"
"Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabîleler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise, Çin-i Maçin'de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acaib-i seb'a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî'nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabîleleridir ki, Ku'an'ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) mu'cizane ve muhakkikane haber vermiş.” (Şualar, s. 588; ayrıca bk. Lemalar, 109)
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar..."(Mâide, 5/54)
mealindeki ayetin bir masadakı (güzel bir örnek) da Türklerdir.
“... Şu müsbet fikr-i milliyet İslâmiyet'e hâdim olmalı, kala olmalı, zırhı olmalı.. yerine geçmemeli. Çünki İslâmiyet'in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek; aynı kal'anın taşlarını, kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir."
"İşte ey ehl-i Kur'an olan şu vatanın evlâdları! Altıyüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur'an-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'anı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'ana ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı def'ettiniz, tâيَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللّٰهِ (Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve firenk-meşreb münafıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız."
3) Cây-ı dikkat bir hâl: Türk milleti anasır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi, müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir.
Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır.Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.
Ey Türk kardeş! Bilhâssa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!” (bk. Mektubat, s. 323-324)
4)“...ve Türk milletinin sena-i Peygamberîye mazhar olduğu hakikattir. Bir nümunesi, Sultan Fatih hakkındaki hadistir.” (bk. Emirdağ Lahikası-II, s. 38)
- Yecüc Mecüc ile ilgili Hz. Ömer’in böyle sözleri var mı, varsa nasıl anlamalıyız?
“İran’a gönderilen İslam orduları Türklerin yaşadığı Horasan’ı işgal edince, Hz. Ömer düşüncelerini şöyle belirtir: Ceyhun nehri ile aramızda ateşten bir deniz olmasını ne kadar isterdim. Çünkü oraların ahalisi Türkler oradan çıkacak ve üç defa dağılarak dünyayı istila edeceklerdir. Üçüncüsü onların sonu olacaktır. Bu bela ve musibetin Müslümanların üzerine gelmesinden ziyade Horasan ehlinin üzerine gelmesi benim için daha iyidir.”
- Taberi böyle bir ifade kullanmış mıdır?
Yine Hz. Ömer “Yüzleri deriden kalkanlar gibi yuvarlak ve geniş, gözleri sanki katır boncuğu gibi ürkütücü olan kavimlerden çekinin. Onlar size ilişmedikçe siz onlara ilişmeyiniz.” diyerek hadislere dayandırdığı bilgilerle Türkleri işaret etmiş ve bu ifadelerle başka hadislerdeki tanımlamalarla Ye'cüc Me'cüc’e atıfta bulunmuştur.
Yine Hz. Ömer’in “Türkler ne yaman bir düşmandır. Onların düşmanlarına verecekleri ganimet çok az, alacakları ise pek çoktur.” dediğini görüyoruz.
- Bu ifadeler doğru mudur sizce? Bu yazar olayı çarpıtıyor mudur?
Bir de yazar şu ifadeyi aktarıyor:
"Buhari gibi Kur’an-Kerim’den sonra en muteber kaynak bir yana, Taberi, Bağdadi, Belhi, Beyzavi, Narzavi, Nesefi, Nüveyri, İbn-ül Esir gibi nice ünlü Arap alimleri ile Asım Efendi, Ahteri Mustafa Efendi gibi Türk bilim adamları dahi Ye'cüc Me'cüc’ün aslında Türkler olup Araplara ve insanlığa felaket getirici, hayvana yaklaşık yaratıklar olduğunu savunmuşlardır."
- Ayrıca Aliyyü’l-Kari'nin Türk düşmanlığı yaptığını Yecüc Mecüc olduğunu Türklerin merhametleri olmadıklarını söylüyormuş, bunun aslı astarı var mıdır?
İnsanlar,ilk insan Hz. Âdem babamızdan ve Hz. Havva annemizden gelmiştir. Hz. Âdem toraktan, Hz. Havva validemiz de Hz. Âdem’den yaratılmıştır. İnsanı yaratan Cenab-ı Hak’tır. Bu yaratılışın nasıl olduğunu Allah Kur’an’da böyle buyuruyor.
İlk insan Hz. Âdem babamızın topraktan yaratılışını laboratuvarda tekrar denemek mümkün olmadığına göre, bu konuda söz sahibi Allah’tır. Çünkü hem ilk insanı ve hem diğer insanları yaratan O’dur. Bazıları, Allah’ın bu konudaki sözünü dikkate almıyorlar. Bazı felsefecilerin bu konuda ileriye sürdükleri bir takım iddiaların peşine düşüyorlar.
Şimdi burada insanın primatlardan meydana gelmediğinin delilleri soruluyor. Bu konuda biz Allah’ın sözüne inanıyor ve onu kabul ediyoruz.Bunun aksini iddia edenler iddialarını ispatla mükelleftirler. Yani, onlar ilk insanın topraktan değil, primatlardan meydana geldiğini ispatla mükelleftirler. Olmayan bir şey nasıl ispat edilecek? İnsan primatlardan meydana gelmemiş ki, ispat edilsin.
Onların bu sorusu şuna benziyor:
Onlar size babanızı soruyorlar. Siz diyorsunuz ki, benim babam Ali’dir veya Âdem’dir. Karşı taraftaki diyor ki, senin babanın Ali ya da Âdem olduğunu ispat et. Benim babam hakkında onların şüphesi varsa, onların bunu ispat etmesi gerekir.
Allah’a inanmayan felsefecilerin ilk insanı geçmişiyle ilgili iddiaları demeyeceğim, saçmalıkları yeni değildir. Çok eski çağlara dayanır. Bunlarda bir örnek vereceğim. Aneximander Milattan önce 400 yıllarından insanın balıktan meydana geldiğini ileri sürmüştür. Yani yaklaşık günümüzden 2.400-2.500 yıl önce.
Demek ki bunlar ilk insan Hz. Âdem’den beri kendilerine bir ata arıyorlar. Allah’ı kabul etmedikleri sürece, kıyamete kadar ilk yaratılışın nasıl meydana geldiğini anlamaları mümkün değildir.
Bu dünya imtihan dünyasıdır.İsteyen dinsiz felsefecilerin arkasına düşer ve onların görüşlerini kabul eder ve onların arkalarından cehennemi boylar, isteyen de Allah’ın ve 124.000 peygamberin ve 120.000.000 evliyanın söylediklerini kabul eder, onlarla beraber cennete girer. Cennet adam istediği gibi, cehennem de adam istiyor ve bekliyor.
Ateistlerin insanın atası ile ilgili olarak ileri sürdükleri deliller aşağıda özetlenmiştir.
İnsanın Geçmişi
İnsanın geçmişi ile ilgili ara form olarak ileriye sürülen fosillerin belli başlıları şunlardır:
1. Afrika Adamı (Australopithecus Africanus)
Evrimci Gould, Afrika maymunu Austrolopithecus afarensis’ in insanın atası olamayacağını belirtir. Afrika maymununa ait olduğu kabul edilen fosil parçalarının değişik organizmaların fosilleri olduğuna ve bunların yanlış birleştirilmiş olunduğuna dikkati çeker. (Gould, J. L. and Keeton, W. T. Biological Science. 6. baskı, New York: W. W. Norton, s. 347, 1996)
2. Nebraska Adamı (Hesperopıthecus Heroldcookii)
İnsanın atasına ait olduğu farz edilen bir azı dişine dayanılarak 1921 yılında Nebraska Adamı ileri sürülmüştür. Bu dişin sonradan bir domuza ait olduğu anlaşılmıştır. (Tatlı, Â. Evrim ve Yaratılış. Tuğra Ofset, Isparta, 2. baskı, 2016)
3. Java Adamı (Pithecanthropus Erectus)
Fizik doktoru Dubois, 1891 yılında, Java adalarında farklı alanlarda ve farklı tarihlerde, mahkûmların kazdığı alanlardan çıkan materyaller içerisinde; iki diş, yarım kafatası, bir uyluk kemiği buldu ve bunları birleştirerek buna Java Adamı (Pithecanthropus erectus) adını verdi. (Gish, D.T. Evolution: The Fossils Say No! 1981. Terc. Â. Tatlı, Fosiller ve Evrim. Cihan Yayınları, İstanbul. 1984)
Dubois, otuz yıl sonra, bu kafatasının Orangutan maymununa, uyluk kemiğinin de insana ait olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca, Java Adamı olarak ileriye sürdüğü varlığın, aslında büyük bir Gibbon maymunu olduğunu itiraf etmiştir. (Howells, W. Mankind in the Making. Doubleday and CO. Garden City N.Y.P. 1967, 155-156)
Dubois’in bu açıklamasına Arkeoloji Ansiklopedisi de şöyle yer vermiştir:
“Dubois, sonradan kendisi de fikrini değiştirip, bulduğu fosillerin iri yapılı büyük bir maymuna ait olduğunu söylemesine rağmen, bu kafatası, ders kitaplarında halen insanın atası olarak verilmektedir.” (Cottrell, L. The Concise Encylopedia Archeology. Hawthorn. New York. 1960, P. 394)
4. Piltdown Adamı (Eanthropus dawsoni)
İnsanın atası olarak kabul edilen bu fosilin çenesinin orangutan maymununa, kafatası ve dişlerin insana ait olduğu ve dişleri çeneye uydurmak için eğelendiği anlaşılmıştır. (Şekil 1)
1912 yılında Londra tabiat tarihi müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile tıp doktoru Charles Dawson tarafından, İngiltere’nin Piltdown yakınındaki bir çakıl çukurundan bir çene ile kafatası fosili, bir merasimle çıkarılır ve buna Piltdown Adamı (Eanthropus dawsoni) adı verildi. Yaşı da 500 bin yıl olarak tespit edildi. 1950 yılında fosil üzerinde yapılan incelemede; eskiye ait olduğu görüntüsünü vermek için fosilin potasyum dikromat ile lekelendirildiği, çene kemiği üzerindeki dişlerin, yıpranmış ve aşınmış bir görüntü verecek tarzda eğelendiği, kafatasının insana, çenenin ve dişlerin de orangutan maymununa ait olduğu anlaşıldı. (Smith, G. S. Wood Word's Tony. New Scientist. 1979, 5 April, P.44)
Şekil 1. İnsan kafasına orangutan çenesi takılarak sergilenmiştir. (http://www.history.com/news/piltdown-man-hoax-100-years-ago)
5. Pekin Adamı (Sinanthropus Pekinensis)
Dr. Davidson Black tarafından Çin’in Pekin şehrine 40 km mesafede bir çukurda 1921 yılında iki azı dişi bulundu ve bunlar“Sinanthropus Pekinensis” olarak adlandırıldı.
1927 yılında W. C. Pei üçüncü azı dişini, 1928 yılında ise kafatası parçaları ile iki alt çene buldu. Black, bu fosillerin de Pekin Adamı’na ait olduğunu bildirdi. (Boule, M. And Valoıs, H.M. Fossil Man. The Dreyden Press. New York. 1957, P.118-123)
Pekin Adamı’na ait materyallerin, iki diş hariç, İkinci Dünya Harbinde Japonlar’ın burayı işgali sırasında kaybolduğu ileri sürülmektedir. O’cconel, o tarihlerde Çin’de bulunduğunu, Japonların buraya girmediğini, evrimcilerin, bu materyalleri, kendilerinin imha ettiklerini, böylece alçı modellerinin kendi evrimci düşüncelerine göre şekillendirdiklerini belirtir. (O'connel, P. Science of Today and the Problems of Genesis. Hawthome, CA. 1969)
Şekil 2. The Independent gazetesinin, 8 Eylül 2009'daki kapağında haber olan bir fosil Raporda,"İnsanlık tarihini yeniden yazan bir kafatası" başlığı altında, Gürcistan’ın Dmanisi bölgesinde bulunan birçok insanın fosil kalıntılarını ele aldı. Yaşları ve özellikleri sebebiyle bu fosilin tamamen insanın evrim senaryolarını alt üst ettiği belirtilmektedir.
Şekil 2’de görüldüğü gibi, gün geçmez ki, böyle bir fosilin bulunduğu ve daha önceki fosillerin geçersizliğini ve bu konudaki bütün bilgileri alt-üst ettiği belirtilmemiş olsun. Bu nasıl bir çalışmadır ki, evrime ait her şeyi ispat ettiği iddia edilen bir fosil, birkaç ay sonra, yine bunu reklam edenler tarafından çöpe atılmaktadır. Sizce bunda bir terslik yok mu?
İnsanın tek bir anneden geldiğini ifade eden bir makale Şekil 3’de sunulmuştur. Bu makalede insanın bir anneden geldiği ifade edilirken, bunun evrimle ilişkilendirilmesi bir çıkmazdır.
Şekil 3.İnsanoğlunun tek bir anneden geldiğini gösterir makaledir.
İnsanın Geçmişiyle İlgili Değerlendirme
Genetiğin babası sayılan evrimci T. Dobzhansky, ırklarla ilgili olarak şu ifadeyi kullanmıştır:
“Darwin’den bu yana bir buçuk asır geçtiği halde, insan türündeki farklı ırkların orijinine ait problemi çözemedik. Mesele hala bir asır önceki kadar karışık.” (T. Dobzhansky. Science. Vol.127, s. 1958, S.1091)
Ünlü paleontolog David Pilbeam, insanın geçmişiyle ilgili şunu söyler:
“Yayınlanan kitaplar şunu söylemeye çekiniyorlar ki, ben de dâhil olmak üzere, kuşaklar boyu insan evrimini araştıran kişiler karanlık içinde çırpınıyoruz. Elimizde olan bilgiler, teorilerimizi şekillendirmek için son derece güvenilmez ve yetersizdir. İnsanın geçmişiyle ilgili, içimize yerleşmiş bulunan ön kabullerin farkındayım. Bunları zihnimden çıkarmak için gerçekten çaba gösteriyorum. Geçmişteki teorilerimiz, elde olan gerçek bilgimizden çok, bizim o andaki ideolojimizi yansıtıyordu!” (Pilbeam, D. American Scientist, sayı, 66,1978, s. 379; Pilbeam, D. Rearranging Our Family Tree. Nature, Haziran, 1978)
Arizona Devlet üniversitesi antropoloğu Geoffrey Clark, 1997 yılında yazdığı eserinde şöyle der:
“Bir asırdan fazla bir süredir bilim adamları, modern insanın kökenleri konusunda bir uzlaşmaya varmaya çalışıyorlar. Niçin başarılı olamadılar? Çünkü paleoantropologlar peşin ön yargılardan ve varsayımlardan yola çıkmaktadırlar. Bu nedenle insanın evrimini açıklayan modeller sırt sırta binmiş iskambil kâğıtlarına benzemektedirler. Bir kâğıdı hareket ettirdiğinizde, tüm yapı çökme tehlikesiyle karşı karşıya gelir.” (Clark, A.G. Thtough a Glass Darkly: Conceptual Issues in Modern Human Origins Research, s.60-76, 1997)
Henry Gee, insanın geçmişiyle ilgili eserinde şunu söyler:
“İnsan evrimine ilişkin tüm deliller küçük bir kutuya sığabilmektedir. Bir fosil dizisini alıp onun bir nesli temsil ettiğini savunmak, test edilebilir bilimsel bir hipotez değildir. Bu çocukları uyutmak için anlatılan masallara benzemektedir. Eğlendirici, hatta öğretici olabilir, ama ilmî değildir.” (Gee, H. In Search of Deep Time: Beyond the Fosil Record to a New History of life. New York: The Free Press,, s. 23, 32, 116-117, 202, 1999)
Schiller, insan soyunun, diğer canlılardan farklı olarak ortaya çıktığına dikkati çeker:
“İnsanın geçmişiyle ilgili fosiller, beklenen geçiş formlarını ortaya koyamadı... Bütün bunlardan sonra bizim, insandan aşağı bir varlıktan evrimleşmeyip, doğrudan kendi neslimizden geldiğimiz rahatlıkla söylenebilir.” (Schiller, R. New Findings On The Origin of Man. Reader’s Digest, 1973, August, p.89-90)
Pensylvania State Üniversitesi Antropoloji Profesörü Robert Eckhardt, insanın geçmişiyle ilgili olarak şöyle der:
“Hominoidler serisinde, insanın hominid (insanımsı) atası olduğunu gösteren morfolojiye sahip bir fosil yoktur.” (Eckhardt, R. Population Genetics and Human Origins. Scientific American, number 226, p.94)
Sonuç
Evrimciler yaklaşık iki yüz yıldır insana ata arıyorlar. Bırakın ata bulmayı, ırkların farklılığını bile açıklığa kavuşturamadıklarından yakınıyorlar. Niye insanın aşağı yapılı bir atasını bulamadılar? Yok ki, bulunsun. Hangi fosile ata diye yapışmışlarsa, hepsi de ellerinde kaldı. Fosillerin noksanlarını alçı ile tamamlamaları da yetmedi. Zira, meşhur sözdür: “Bir dane-i hakikat bin harman yalanı yakar.”
İşte küçük bir hakikatin ifadesi, onların ciltlerce kitaplarda ortaya koymaya çalıştıkları insanın daha aşağı yapılı canlılardan evrimleştiği yalanını bir anda yakıp ortadan kaldırıyor...
- Primatlardan meydana gelmediğimizin delilleri nelerdir; Bu tezi nasıl çürütürsünüz?
Hayır, bu sıralamada bir yanlışlık ve sünnete aykırı bir durum yok. Ayrıca dua edecek kişinin, hamd ve salavattan sonra dua etmesi sünnet ise de bunları söylemeden dua etmenin de bir sakıncası olmaz.
Namazdan sonra tesbihat yapmak da sünnettir. Dua ise, genellikle tesbihattan sonra yapılır.
Bu nedenle tesbihata başlarken salavat getirmek sünnete aykırı değildir. Zira doğrudan Peygamber Efendimize (asm) salavat getirmekle ilgili ayet ve hadisler vardır.
Ancak tesbihat bittikten sonra dua edecek olanların hamdele ve salveleden sonra diledikleri şekilde dua etleri sünnettir.
Soruda geçen rivayete gelince:
Resûlullah (asm) namazdan sonra Allah’a hamd etmeden, Peygamber (asm) salâtü selâm getirmeden dua eden bir adamı işitti. Bunun üzerine:
“Bu adam acele etti.” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı. Ona veya bir başkasına şöyle buyurdu:
“Biriniz dua edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamdü senâ etsin, sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e salâtü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua etsin.” (Ebû Dâvûd, Vitir 23; bk. Tirmizî, Daavât 65; Nesâî, Sehv 48)
Bir gün Resûlullah Efendimiz (asm) ashâb-ı kirâm ile birlikte Mescid-i Nebevî’de otururken içeri bir adam girdi. Hadisimizin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, adını bilemediğimiz bu zât yalnız başına namaz kıldıktan sonra “Allahümmağfir lî verhamnî: Allahım beni bağışla ve bana merhamet et.” diye dua etmeye başladı.
Halbuki her işin olduğu gibi duanın da bir âdâbı ve usûlü vardı. Kendisinden bir şey istenecek, yardımı niyâz edilecek olan Cenâb-ı Hakk’a saygısını sunmak, O’nu lâyık olduğu şekilde hamdü senâ etmek, O’nun huzurunda kendisine şefâat edecek olan Peygamber-i Zîşân’a salavât getirmek gerekirdi.
Bu sebeple Allah'ın Resûlü o zâtın acele ettiğini söyledi ve ashâbına nasıl dua etmeleri gerektiğini öğretmek için bu fırsatı değerlendirmek istedi. Yanına çağırdığı o sahâbîye veya o yanında otururken diğer ashâbına hitaben yukarıdaki sözlerini söyledi.
Namazdan sonra veya diğer zamanlarda Allah’a dua edecek kimse duasına "el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn." diye veya buna benzer bir hamdele ve salvele ile başlamalıdır.
Nitekim bir defasında Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) sahâbîlerden birinin Allah’a hamd ve Resûlü’ne salât getirerek duaya başladığını gördü. Onu takdir ederek “Ey namaz kılan zât! Dua et, duan kabul olunur.” buyurdu. (Tirmizî, Daavât 65)
Müslümanlar hayatı ve yaşama biçimini olduğu kadar dua ve ibadeti de Allah'ın Resûlü’nden öğrenirler ve böylece her şeyi âdâbına ve usûlüne uygun olarak yapmaya gayret ederler.
Buna göre:
- Duayı Resûlullah Efendimiz (asm)’in öğrettiği gibi yapmaya çalışmalıdır.
- Duaya önce Allah’a hamdederek başlamalı, sonra Allah'ın Resûlü’ne salâtü selâm getirmelidir.
- Daha sonra Allah Teâlâ’dan isteyeceği şeyleri söylemeli, en sonra yine Allah’a hamd ederek, meselâ “âmîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” diyerek duayı bitirmelidir.
- Peygamberimiz sas: Allah'a hamd edin, sonra bana salavat getirin, sonrada isteğiniz şekilde dua edin buyurduğu halde; namaz sonu tesbihat esnasında neden önce ala rasulina salavat deniyor, daha sonra Cenabı Allah'a (Ayet el-Kürsi), hamd, tesbih, tekbir getiriliyor, bu sıralamada bir yanlışlık yokmu?
“Bu kurumdan ayrılırsam eşim boş olsun”, “Şunu yapmazsam eşim boş olsun” yahut “Şunu yaparsan boş ol” gibi boşama fiilinin şarta bağlandığı ifadelerin hangi sonuçları doğuracağı kullanan kişinin maksadına bağlı olduğundan hareketle bu gibi sözlerin hükmü nedir? Şarta bağlı boşama - muallak talak - hakkında bilgi verir misiniz?
Tevbe suresinin ilgili ayetinde vakıf ile ilgili kaynaklarımızda farklı yaklaşımlar söz konusudur.
لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَّحِيمٌ ayetinde bazı imamlar veya dilbilim alimleri أَنْفُسِكُمْ kelimesi üzerinde, bazıları da عَزِيزٌ kelimesi üzerinde durmuşlardır.
Meal yazanlar her iki vakıf biçimine göre mana vermişlerdir.
Bizim mushaflar Secavendi'yi tercih ettikleri için, onun rumuzlarını ve vakıf yerlerini kullanmışlardır.
Arap dünyası ise, genel itibariyle enbari tarzını veya vakıf yerleri ile ilgili belirlemelerini tercih ettikleri için, hem yazıda hem de tilavette onun vakıf yerlerini kullanmışlardır.
Kaynaklara bakıldığında alimlerin geneli bu ayetle ilgili أَنْفُسِكُمْ kelimesindeki vakfı tercih etmişler ve Arap dünyası da bunu uygulamaktadır.
Bizim ülkemizde ise عَزِيزٌ kelimesindeki vakıf tercih edilmiştir.
Her ikisi de doğrudur.
Ancak mana itibariyle أَنْفُسِكُمْ durağı daha uygun görünmektedir ve bu nedenle alimler bunu tercih etmişlerdir. Yani belağat açısından her iki uygulama da doğrudur.
أَنْفُسِكُمْ kelimesinde durulduğunda, عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ mukaddem haber muahher mübteda olur. Akabinde gelen حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَّحِيمٌ cümlesi sıfat olur. Mana ise "sizin içine düştüğünüz zor durum müminlere merhametli, bağışlayıcı ve onlara çok düşkün olan Peygambere sıkıntı verir."şeklinde olur.
عَزِيزٌ kelimesinde durulduğunda ise, bu kelime رَسُولٌ kelimesinin sıfatı olur.
Dolayısıyla gramatik açıdan her ikisi de doğrudur ve her iki yapıya göre de mana küçük farklarla değişmekte, iki gramatik yapının doğru olduğu gibi bu manalar da doğrudur.
Demek ki, burada bizim tercih etmediğimiz bir vakfa göre okuyanı kınamak, asla ve asla doğru değildir. Zira bunlar birbirinin alternatifi değildir.
Alimlerin bu farklı işaret belirlemelerine göre ortaya çıkan mana diğerini nakzetmemektedir. Bunlar birer anlam zenginliğidir. Birini tercih etmek diğerinin yanlışlığını kesinlikle ortaya koymaz.
Kaldı ki bizim mushaflarda uygulanan vakıf diğerinden daha az tercih edilmektedir.
Zaten bizim Mushafların bir kısmında vakıf işareti olarak ze harfi bazılarında da kaf harfi bulunmaktadır.
Ze harfi böyle bir vakfın bağlayıcı olduğunu değil tercih edilebileceğini, yani caiz olduğunu ifade eder.
Kaf harfi ise bu vakfın zayıf bir vakıf olduğunu, yani birileri tarafından böyle denildiği duyulmuş şeklinde çok ciddi referansı olmadığını ifade eder.
Bu tür konularda var olan farklılıklar tenakuz yani bir çelişki değil bir zenginliktir. Unutmamak gerekir.
- Tevbe Suresi 128. Ayet (لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَّحِيمٌ) okunurken belağat açısından kimileri أَنْفُسِكُمْ kimileri de عَزِيزٌ kelimesinde durmakta. Fakat bir imamın şiddetleأَنفُسِكُمْ kelimesinde duran Kâbe imamını kınarcasına eleştirdiğini gördüm. Fakat incelediğim meallerde yalnız Elmalılı'nınعَزِيزٌ kelimesinde duracak şekilde meal ve tefsir yazdığını gördüm. Onun haricinde Arap olan ya da olmayan bütün alimlerin أَنفُسِكُمْ kelimesinde duracak şekilde meal ve tefsir yazdığını gördüm. Peygamber efendimiz aleyhisselataü vesselamın (haşa) İzzetine laf edecek hiçbir Müslüman alim yoktur.
- O zaman belağat açısından bu kelimelerden hangisinde durulması doğru olandır?
- Ayrıca bu farklılıklar alimler arasında belki ihtilaf meselesi iken bazı imamlar tarafından Kabe imamları hakkında böyle konuşmak ne kadar doğrudur?
Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin bu konuda verdiği bilgileri hadis olarak değil, kendi ifadeleri olarak aktarmıştır.
İlgili ifadesinin Türkçe karşılığı şöyledir:
“Mehdi hata etmez / yanlış yapmaz. Çünkü kendisine görünmeyen bir melek (ilhamla) onu hep doğruya (hak ve hakikate) yönlendiriyor.” (bk. el-Futuhatu’l-Mekkiye, 3/327-366. bab)
Demek ki Hz. Mehdi, bu ilham sayesinde, gerek takip ettiği hizmet metodunda, gerek verdiği Kur'an hakikatleri derslerinde: “yanılmaz kalbe, şaşmaz söze” sahiptir. Onu “yanıltmayan hissi” de bu ilhamın eseridir.
- Galiba, Muhyiddini Arabi Hazretleri, Mehdinin meleği olacağı ve hiç hata yapmayacağı hadisi şerifi var diyor. Bu hadis sahih mi?
- Yani Mehdi'nin onu doğrultan bir meleği olacağı ve hiç hata yapmayacağı anlamında Hadisi Şerif var mı?
- Kavmede / rükudan kalktıktan sonra ellerin durumu konusunda iki görüş vardır.
Abdulaziz b. Baz’a göre, rükudan kalktıktan sonra sağ eli sol elin üzerine koymak sünnettir.(bk. Mecmuu Fetava İbn Baz, 11/131-132)
Ancak gösterilen deliller bizce çok zayıftır.
Mesela en önemli bir delil Buhari’de yer alan şu hadistir:
“Kişi / insanlar namazda sağ ellerini sol ellerinin üzerine koymakla emrolundular.” (Buhari, Ezan, h. no: 470)
Bu mutlak ifadeden bunu çıkarmak (a.g.y), teşehhüdde de, cülusta da bunu böyle anlamayı gerektirir ki, bunun yanlışlığı açıktır.
O halde, bu hadisten her sahabinin bildiği “namazın ilgili yeri”ni anlamak gerekir. O da kıyamdaki durumdur..
Bu görüşü destekleyen diğer muasır başka alimler de vardır. (msl. bk. Fetava ve Resailu İbn Useymin, 13/160)
- Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, rükudan kavmeye kalkınca eller yanlara salınır.
Meşhur muasır hadis alimlerinden Nasıruddin el-Elbani, “Rükudan kavmeye kalkınca sağ el sol elin üzerine konur.” diyenlerin sağlam hiçbir delile dayanmadığını bildirdikten sonra şu tespitte bulunmuştur:
“Hiç şüphem yok ki, bu kıyamda(rükudan sonraki kıyamda) ellerin göğüs üzerinde bağlanması bir bidattir, dalalettir.”(el-Elbani, Sıfetu Salati’n-Nebi, 2/700-701)
- “Rükudan kavmeye kalkınca sağ el sol elin üzerine konur.” görüşü -bize göre doğru olmamakla beraber-, bazı alimlerin kabul etmiş olması, meselenin “bidat-dalalet” şeklinde değerlendirilmesine engel bir durumdur.
Bu sebeple, arkadaşınıza bunu yumuşak bir dille hatırlatsanız bile, bunu söz düellosuna çevirmemek gerekir. Çünkü, bu konu ne farz ne de vacip kısmına girer, yalnız namazın sünnet veya adabındandır.
- Bazıları kavmede (rükudan kalktıktan sonra secdeye gitmeden ayaktayken) ellerini salmıyor da bir elini diğeri üzerine koymak şekilde, kayamdakine benzer bir şekilde bağlıyor öyle duruyor; hükmü nedir bunun, ellerini salmaları konusunda uyarmalı mmıyım?
Evet, bu anlama gelen bir hadis rivayeti vardır:
Rasûlullah aleyhissalatü vesselam, “Şüphesiz insanlardan Allah’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu.
Ashab-ı kiram: “Ey Allah’ın Resulü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Efendimiz (asm):
“Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah’ın has kullarıdır!” cevabını verdi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)
Hadisin baş kısmı Allah'a yakınlık bakımından insanların ayni derecede bulunmadıklarına ve bazı kimselerin O'na yakın olduğuna delalet ediyor. Elbette ki bu yakınlık maddî değil, manevîdir. Bundan maksat Allah'ın rızasına, sevgisine, lütuf ve rahmetine yakınlıktır.
Sahibelerin sorusuna cevap olan hadisin son kısmı da Allah'a yakın olan zatların Kur'an ehli ve Allah ehli olduğu bildiriliyor.
Kur'an ehlinden murat, Kuran-ı Kerim'i hıfzedip gece gündüz tilavet eden ve onun hükümleri ile amel eden ihlaslı müminlerdir.
Allah ehlinden maksat ise, Allah Teâlâ'nın velileri ve has kullarıdır.
Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ’ya yakınlıktan daha büyük bir şeref ve bahtiyarlık yoktur. Bu bahtiyarlığa layık olabilmek, Kur'an’a ehil olmaya bağlıdır. Yani Kur'an’ı doğru okumayı bilmek, onun mana iklimine girmek, tefekkür ve tahassüs derinliği içinde gereken ibretleri alarak onun gösterdiği istikâmette yürümekle mümkündür.
Böyle bir kemalat ile Kur'an ehli olabilen müminlere, Allah’ın müstesna lütuf ve ihsanları vardır.
Nitekim hadis-i şerifte buyrulduğu üzere, Allah, gerçek Kur'an ehlinin cesedini yememesini yeryüzüne vahyetmiştir.(bk. Deylemî, 1/284/1112; Ali el-Müttakî, 1/555/2488)
İşte Kuran-ı Kerim, ilâhî talimatlarına göre yaşayanların dilinde ve gönlünde bambaşka letafet, zarafet, incelik, güzellik ve feyizler tecelli ettirdiği gibi, kabirde, mahşerde ve mizanda da huzur ve saadet bahşeder.
“Kur’an ehli” denilen kimselerin özelliklerini bildiren bir hadis rivayeti şöyledir:
“Kıyamet gününde Kur’an ve dünyadaki hayatlarını ona göre tanzim eden Kur’an ehli kimseler mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Kur’an’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır. Her ikisi de kendilerini okuyanları müdafaa için birbiriyle yarışırlar.” (Müslim, Müsâfirîn 253)
Kıyamet gününde Kur’an’ın getirilmesini onun sevap ve mükâfatının getirilmesi şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, yukarıda bazı âlimlerin görüşü diye ifade ettiğimiz bir sûrete, bir şekle bürünmüş olarak getirilmesi tarzında da anlaşılabilir. Çünkü bu mümkündür ve Cenâb-ı Hakk’ın gücü her mümkünü icada muktedirdir. Mü’minler buna böylece inanırlar. Kur’an’la amel etmek, kişinin dünyadaki hayatını onun emir ve yasakları doğrultusunda nizâma koyması anlamına gelir. Bu sebeple hadisi böyle tercüme etmeyi uygun gördük.
Ayrıca “Kur’an ehli” denilen kimselerin, sadece Kur’an hâfızları, onu güzel sesle tilâvet edenler veya yüzünden okuyanlar demek olmadığını, esas Kur’an ehlinin onu ezberleyip okumanın yanında Kur’an’ın muhtevasıyla amel edenler, hayatlarının her safhasını onun emir ve yasakları doğrultusunda tanzim edenler olduğunu bu hadisin açık ifadeleriyle bir kere daha anlamış oluyoruz. Ali el-Kârî, böyle olmayanlara Kur’an’ın şefaatçi olmayacağını, hatta aleyhlerinde şahitlik yapacağını söyler. Çünkü Kur’an sadece okunmak için değil, kişilerin ve toplumların hayatında uygulanmak için gönderilmiştir.
Muhyiddîn-i Arabî (ks) şöyle nasihat eder:
“Kur'an’ı çok okumalı ve manasını düşünmelisin. Okurken Allah’ın sevdiği kullarını vasıflandırdığı güzel sıfatlara dikkat et ve onlarla vasıflan! Kur'an’da zemmettiği, Allah’ın gazabına uğrayanların vasıflandığı o kötülenen ve yerilen sıfat ve huyları da gör ve onlardan kaçın! Çünkü Allah, kitabında bunları ancak amel etmen ve gereğini yapman için, indirip zikretmiştir. Onun için Kur'an okunduğunda, muhtevasını iyi anlaman için, Kur'an’la ol!”
Yani Kur'an’dan gereken feyz ve ruhaniyeti tahsil için, onu okurken kalbin gâfil olmaması gerekir. Kur'an, asıl kalple okunur. Gözün vazifesi, kalbe bir nevî gözlük olabilmektir. Avam-havâs bütün müminler aynı rahle önünde diz çöküp Kur'an okurlar, fakat herkes kendi kalbî durumuna göre ondan bir nasip alır.
Kur'an’dan lâyıkıyla feyiz-yâb olabilmek için, bedenî temizlik kadar kalbî temizliğe de riayet edilmelidir. Aksi hâlde kalbî hastalıklar, insanın Kur'an’la doğru bir şekilde buluşmasına mani olur.
Unutmamak gerekir ki, Kur'an-ı Kerîm, bir fâninin eseri değil, kâinatı Yaratanın kullarını dünya ve ahiret saadetine erdirmek için lütfettiği hidayet rehberidir.
Bu yüzden Kur'an-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifade için;
- Mushaf-ı Şerîf edep duygularıyla açmalıyız,
- Onu bize, bütün insanlığa hatta kainata Rahman olan Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği şuuruyla ve yeni nazil oluyormuşçasına bir şevk ve iştiyakla okumalıyız,
- Ona göre muhatap olmalıyız, emir ve yasaklarını harfi harfine uygulayarak, bu yüksek şuur ve bilinç içinde hayatımıza hayat yapmalıyız.
- Kur'an ehli Allah ehlidir, yani Allah’ın ailesidir, manasında bir hadis var mıdır?
- Allah’ın ailesi demek doğru mudur, diye düşündüm. Haşa Peygamberimiz yanlış mı dedi diye değil söylenen hadis gerçek hadis mi diye dedim. Mesul olur muyum?
Soruda geçen bilgiler doğru değildir.
Sakal bırakan kimsenin ya da bir başkasının "dua yapması gerekir"diye bir kural yoktur.
Önemli olan sakalın bırakılmasıdır ve bu sünnete uygun bir hayat tarzı yaşamaktır.
Sakal bıraktıktan sonra kolaya gelen bir dua yapılabilir. Çünkü hayırlı işlere dua ile başlamak güzeldir.
Demek ki, sakal bırakınca dua okumanın / okutmanın bir sakıncası olmaz. Kişi dilerse okur veya okutur. Okutmazsa da "Niçin sakal duası yaptırmadın?" diye tenkit edilmez.
Ayrıca dua etmenin de bir sakıncası olmaz. Zira sakal bırakmak sünnettir; sünnetin işlenmesine hayır dua ile başlamaktan daha uyugn ne olabilir?
Özetle, sakal bırakmak isteyen kalben buna niyetlenip sakal bırakır. Bu arada sakal bırakmaya teşvik edici konuşma yapıp bu konuyla ilgili hadisleri anlatmak ve dua etmek güzel bir adettir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Karşılaştığım birçok kişi bana "Sakalını okuttun mu?"diye soruyor, hatta okutmazsam abdest alırken sıkıntı olacağını söyleyenleri bile gördüm.
- Sünnette böyle bir şey var mıdır?