

- İslam’da maddi cihat ancak devletin eliyle yapılır. Çünkü, fertlerin bu konudaki bilgilerinin yetersizliği yanında, götürü ve getirilerinin kuvvetli ihtimallere dayandırmaları da mümkün değildir.
- Kaş yaparken göz çıkarma türünden yapılacak her türlü faaliyet İslam’ın onay vermeyeceği işlerdir. Mesela; İsrail’in bir kentine/bir semtine bir boma atarak birkaç kişiyi öldürmek birçok açıdan mahzurlu olabilir. Her şeyden önce zaman gösterdi ki, bir-iki Yahudiyi öldürmek, yirmi-otuz Müslümanın hayatına mal oluyor. Kaldı ki, İslam’da savaşa katılmayan, yaşlı olanların, kadın ve çocukların öldürülmesi caiz değildir.“Pirinç almaya giderken evdeki bulgurdan olmak.” akıllıca bir davranış olmasa gerektir.
- Kudüs meselesi, yalnız siyonistlerin meselesi değil, aynı zamanda Batı dünyasının ve özellikle Amerikan’ın da meselesidir. Bu ve benzeri sebeplerden ötürü bize göre şu anda devletlerin dışındaki grupların "maddi cihad"gibi bir eylem türüne kalkışmaları uygun değildir.
- Maddi cihad dışında insani her türlü yardımda bulunmaları elbette çok güzeldir. Değişik ülkelerde bu alçakça oyunu, Müslümana yakışır bir vakarla -terör ve anarşi imajını veren her türlü menfi hareketten uzak kalarak- protesto etmek son derece önemlidir.
Sövüp saymadan İsrail’in zulmünü ve yandaşlarının sinsi hıyanetlerini ilmi verilerle ortaya koyup haykırmak Müslümanların en tabii hakkıdır.
- Şunu üzülerek söylemeliyiz ki, şu anda ne “Ebabil kuşlarını beklemeyi” hakeden bir maneviyatımız, ne de Firavunların sihirbazlarını teslim alacak bir maddi gücümüz vardır.
- Bununla beraber, ümidimizi asla kaybetmeyeceğiz.
Fakat önce “Ey iman edenler! İman ediniz.” (Nisa, 4/136) mealindeki ayetin işaret ettiği gibi, samimi müminler olacağız.
İslam âleminin bu bölünmüşlüğünün altında yatan en önemli sebeplerden biri -bizce- imandaki ihlası, samimiyeti, kardeşliği, fedakârlığı, hikmetli feraseti, kudretli ittihadı, vahyin ışığında eğitim görmüş aklı, ahireti dünyaya tercih eden erdemli müminleri, özellikle bu vasıflardaki lider kadrosunu kaybedişimizdir.
Kur'an’da Firavunların en büyük taktiği değişik renk ve boyuttaki bölücülükle insanları bölüp parçalayıp lokmalar haline getireceklerine işaret edilmiştir:
“Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı. Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım. Yeryüzünde onları kudret sahibi kılalım ve onların eliyle Firavun'a, Hâmân'a ve ordularına, çekinegeldikleri şeyleri gösterelim.” (Kasas, 28/4-6)
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”* * *
“Allah’a dayan sa’ye sarıl hikmete ram ol!..
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”
- Bireyler olarak dua etmek ve maddi destek göndermek dışında Kudüs için ne yapabiliriz?
- Ekonomik veya askeri savaş yapılmadan, Kudüs'ü direnişle işgalden kurtarmak mümkün olabilir mi?
- Duaların gücü tabi ki tartışılmaz, ama rahmetli bir devlet büyüğümüzün de dediği gibi"Ebabil kuşlarını mı bekleyeceğiz?"
- Bireyler nasıl daha aktif olur, siyonizme güçlü darbeleri tek başına nasıl indirebilir?
“Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez” (Ra'd: 87/11)
mealindeki ayette ahlak ile hayat arasındaki ilişkiye işaret edilmiştir.
Bu ayetin verdiği dersi, iki açıdan değerlendirmek mümkündür:
Birincisi: Toplumlardaki güzel ahlakın devamı, verilen nimetlerin devamı arasındaki ilişkinin irdelenmesi:
Örneğin; ayetten şunu anlamak mümkündür: "Bir toplum, kendisinde bulunan iyi ahlâk ve meziyetleri değiştirip isyana dalmadıkça Allah onların elindeki nimetleri değiştirmez."
Buna mukabil, bir tolum ahlâkını bozar, şerlere, kötülüklere, fesatlara dalar, isyan ederse Allah da lütfettiği nimet ve imkânları ellerinden alıp onları perişan eder.
İkincisi: Toplumdaki ahlaksızlığın süresi ile içinde bulunduğu sıkıntılı durumun süresi arasındaki paralelliğin incelenmesi:
Ayetin bu cihetteki manasını şöyle anlayabiliriz: "Bir toplum taşıdığı ahlaksızlığı içinden söküp atmadıkça, yaşadığı maddi-manevi sıkıntılardan kurtulması mümkün değildir."
Demek ki, güzel ahlak güzel bir hayatın; kötü ahlak da kötü bir hayatın vesilesidir. Bu durum, sünnetüllah denilen Allah'ın değişmez sosyal yasalarındandır.
Ahlakın Tanımı: İmam Gazali’ye göre, "Ahlâk, insan nefsinde/ruhunda yerleşen, bütün fiiller ve davranışlar, hiçbir fikrî zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan onun sayesinde kolaylıkla ve rahatlıkla ortaya çıktığı bir melekedir.”
Abdullah b. Mübarek’in güzel ahlâk tarifi şöyledir: “Güzel ahlâk; güler yüz, hayırlı işlerde el açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir.”
Hasan Basrî ise: “Güzel ahlâk; çok iyilik yapmak, kötülükten sakınmak ve güler yüzlü olmaktır” der. Bir hadiste peygamberimiz(a.s.v), “Güler yüz sadakadır” buyurmuştur. Arapça Literatürde Tebessüm/Güleryüz; “Tercümeye ihtiyaç duymayan evrensel bir dil” olarak tanımlanmıştır.
Ahlâkçılara göre insan, değiştirilemez ve değiştirilebilir yönleri olan bir varlıktır.
İlâhî kitapların, filozofların ve eğitimcilerin güzel ahlâka teşvikleri insanın değiştirilmesi mümkün olan yönüyle alakalıdır. “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” manasındaki hadis-i şeriften, ahlakın önemi yanında, değişebilirliğini de anlamak mümkündür. İnsan olarak biz özgür iradeye sahip olduğumuz; iyi veya kötüden birsini tercih edebildiğimiz için sorumluyuz. İnsanın sorumluluğu da seçimi elinde olan davranışlarıyla sınırlıdır. Seçimi elinde olmayan işlerden ötürü insan sorumlu değildir. İnsanın eğitim amacı, kendi durumunu değiştirmek, aşağıdan yukarıya, kötüden iyiye doğru yol almak, öğrenmekle tekâmül etmek, insanlık ailesinin şerefli bir üyesi olmaktır. Evrensel İslâm ahlâkının asıl kaynağı Kur'an ve onun ışığında oluşan Sünnettir. Bu sebeple güzel ahlakı ders veren bazı ayetlerin meallerini takdim etmekte fayda vardır.
"O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever."(Al-i İmran 3/134)
"Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir."(Ahzab 33/21)
"(Resulüm! Uhud savaşında Müslümanların yenilgisine sebep olanlara) O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. O halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."(Al-i İmran 3/159)
"Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler."(Al-i İmran 3/135)
"İyilikle kötülük bir olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur."(Fussilet 41/34)
"(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir."(A'raf 7/199)
İnsanları yönetmeye, kamu hizmetlerinde görev almaya talip olanların bu işlere layık olup olmadıklarını, bilenlerin ilgililere açıklamaları gereklidir.
Siyasi alanda mücadele ve müsabaka yapanların muhaliflerinde, talip oldukları hizmetle alakalı bir kusurları varsa bunu açıklamaları da gerekir.
Oy vererek talipleri iş başına getirecek olanların yanlış kimselere oy vermelerini engellemek için elden geleni yapmak milli ve ahlaki bir vazifedir.
Televizyonda mitinglerde siyasetçiler birbirlerinin arkasından konuşuyorlar ve yine tartışma programlarında bazı kimselerin ya da siyasetçilerin arkasından konuşuluyor, bunları dinlemek, gıybet dinlemek gibi midir günah mıdır?
Oy kullanmadığınızda millet için faydalı olan kadronun iktidara gelmesini oyunuz kadar engellemiş oluyorsunuz. Üstüne üslük iyinin oyunu azaltıp kötünün oyunun fazla çıkmasına sebep olarak layık ve ehil olmayanların iktidar olmalarına da katkıda bulunuyorsunuz.
İktidara talip olanların tamamında kusurlar bulunsa ve bu yüzden hiçbirine oy vermemeye karar verseniz, kusurlar eşit olmayacağı için bu defa da en az kötü ve en fazla iyi olana oy vermemek suretiyle daha kötünün iktidara gelmesine sebep olacaksınız.
Kararınızı verirken bunları da düşünmenizi tavsiye ederim.
Kur’an Ahlakının müşahhas örneği: Hz. Peygamber (a.s.v)’dir.
Hz. Aişe (r.a.): "Allah'ın Elçisi(s.a.v.)in ahlâkı Kur'an idi" demiştir.
Bu sözleriyle, onun, Kur'an adabıyla edeplendiğini, emirlerini tuttuğunu, yasaklarından kaçındığını ifade etmek istemiştir.
Allah'ın Elçisi (s.a.v.), her fazîleti, her üstün meziyeti kendinde toplamıştı.
Soyu yüksek, zekâ ve anlayışı üstün idi. Bilgisi, hayası, edebi, adabı, ibadeti çok harika idi. Cömert, yiğit, sabırlı, tutumluydu. Şükür, mürüvvet, sevgi ve şefkat sahibi idi. Dünyaya değer vermez, alçak gönüllü, âdil, öfkesini yenen, affedici idi. Akrabayı ziyaret eder, güzel geçinir, tedbirli davranır, güzel yönetir, güzel konuşurdu.
Bu ve benzeri bütün güzel huylara, fazilet ve meziyetlere sahipti. Bundan dolayı kendisi: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" demiştir. Ünlü tasavvuf piri Cüneyd-i Bağdadî’ye göre: "Allah'tan başka bir şeyi önemsemediği için, Kur’an’da onun ahlâkı, büyük ahlâk diye adlandırılmıştır."
Son İlahi mesaj olan Kur'ân ve onun yorumu olan Sünnette temel ahlaki değerler açık-net olarak belirlenmiştir.
İslam’da övülen bazı ahlaki değerler şöyledir:
Hoşgörülü ve affedici olmak, alçak gönüllü olmak, gurur ve kibirden uzak durmak, kötülüğü iyilikle savmak, başkalarına iyilik etmek, Kimseyi hor ve hakir görmemek, doğru olmak, doğru söylemek, söz ve davranışlarında samimi olmak, yumuşak huylu ve güler yüzlü olmak, âdil davranmak, adam kayırmamak, rüşvetten, iltimastan kaçınmak, kendisini düşündüğü kadar başkalarını da düşünmek, kendisi için istediğini başkası için de istemek; kendisi için istemediğini başkası için de istememek, milletin menfaatini şahsi menfaatinden daha üstün ve öncelikli tutmak.
İslam’da kötülenen gayr-ı ahlaki bazı davranışlar ise şunlardır:
İnsan öldürmek, gayr-ı meşru beraberlik yaşamak, yalan söylemek, iki yüzlü davranmak, adaletten ayrılmak, zulmetmek, haksız yere başkasının malını yemek, gasp etmek, çalmak, dedikodu yapmak, iftira etmek, bilmediği şeylerin ardına düşmek, insanların ayıp ve kusurunu araştırmak, insanları halka rezil etmeğe çalışmak, haset etmek, gönül kırıcı olmak, çekememezlik ve benzeri şeyler yapmak.
Allah’ım! Senin sevgili peygamberin güzel ahlak adına senden neler istemişse, biz de onları istiyoruz; kötü ahlak namına nelerden sana sığınmışsa biz de aynı şeylerden sana sığınıyoruz. Onun duasını kabul ettiğin gibi, onun hürmetine bizim de dualarımızı kabul buyur, Âmîn!
Günlük soru alma saatimiz değişti. Soru alma sistemi her akşam 20:00'da açılacaktır
Soru sorma sistemi saat kaçta açılıyor?
Günümüzde “daha gençtir” deyip bazı aileler tarafından tesettür teşvik edilmemektedir. Oysa bülûğ çağının başlangıcı, kızlarda dokuz yaşın bitimidir. Kızlarda hayız olma hali, bülûğa ermenin alâmetidir. Hayız gören her genç kız için tesettür farzdır.
"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."(Ahzab, 33/59)
Hayız alameti görülmeyenlerde bülûğ çağının son sınırı ise soğuk iklimlerde veya anormal hallerde on yedi yaştır. (Mecelle, mad. 985)İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed`e göre, gerek erkek ve gerek kızlar için bülûğ yaşının son sınırı on beş yaştır. (Mecelle, mad. 987) Hanefî mezhebinde fetva da buna göre verilmiştir. Şâfiî ve Hanbelî mezhebinde bülûğ yaşının son sınırı on beş, Mâlikî mezhebinde on sekiz yaş olarak belirlenmiştir.
Hz. Âişe'nin rivayetine göre, kız kardeşi Hz. Esma bir gün Peygamberimizin huzuruna gitti. Üzerinde altını gösterecek şekilde ince bir elbise bulunuyordu. Resulullah (a.s.m.) onu görünce yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu:
"Ya Esma, bir kadın büluğ çağına erince -yüzünü ve ellerini göstererek- bunlardan başka bir tarafının görünmesi sahih olmaz."(Ebû Dâvud, Libas 31)
Ayaklarının avret olup olmaması ihtilaflıdır. Sahih kabul edilen görüşe göre kadınların ayakları avret değildir yani örtülme zorunluluğu yoktur. Saç tellerinin, el ve ayak bileklerinden ötesinin gözükmemesine dikkat etmelidir.
Kadının kendine nikâh düşen erkeklerin yanında giymiş olduğu elbise, tenin rengini belli edecek ve gösterecek şekilde ince ise, bununla örtünme gerçekleşmiş olmayacağından giyilmesi caiz olmaz. Altına tülbent takılmayan ve sağlam bağlanmayan ince başörtüleri de saçın bir bölümünü açıkta bırakmakta ve Rabbimizin emri ihlâl edilmiş olmaktadır.
Alkame bin Ebi Alkame annesinin şöyle dediğini rivayet eder:
"Abdurrahman'ın kızı Hafsa'nın başında, saçını gösterecek şekilde ince bir başörtüsü olduğu halde Hz. Âişe (ra)'nin huzuruna girdi. Hz. Âişe (ra) başından örtüsünü alarak ikiye katladı, kalınlaştırdı."(Muvatta', Libas:4)
Temimoğulları kabilesinden birtakım kadınlar, Hazret-i Âişe'yi ziyarete gelmişlerdi. Üstlerinde ince giysiler vardı. Hazret-i Âişe, onlara ikaz mâhiyetinde şöyle dedi:
"Eğer sizler müminler iseniz, bunlar inanmış hanımların giysileri değildir. Eğer mümin değilseniz o zaman durum değişir."
Yine bir gün onun huzuruna, ince başörtülü bir gelin getirilmişti. Bunun üzerine O şöyle dedi:
"Nûr sûresine inanan bir kadın böyle örtünmez."(El-Kurtubî, El-Cami', XIV/157)
İslam, elbiseyi örtünmek için emrettiği halde günümüzde bazı çevreler elbiseyi örtünmeden çok dikkatleri üzerine çekme vasıtası olarak kullanıyorlar. Ziynet kadının doğal hakkıdır, tesettür ise ziynetini yabancılardan saklamanın aracı olarak bir görev ve bir ibadettir. Örtünmenin hedefi dikkat çekmemektir. Tesettürlü bir kadın tesettürü ile 'bana bakma!' demiş olur. Oysa moda 'bana bak' demenin bir ifadesidir. Aşırı süslü, şeffaf, göz alıcı renkte ve yaldızlı başörtüsü, nakışlı eşarp altı alın süsleri, aşırı süslü, dikkat çekici, uzun topuklu ve yüksek tabanlı ayakkabılar, parlak renkli gösterişli çantalar, tıbbî zorunluluğu olmayan süslü güneş gözlükleri, sandalet tipi dikkat çekici ayakkabılar, gurur ve kibre sebep olacak markalı giysiler yapılan hatalardan sadece birkaçıdır. İnsan kendini Allah'a beğendirmeye çalışmalı.
Geniş, yani bol ve uzun olmalıdır. Ancak uçları yerlerde sürünecek kadar da uzun olmamalı. Çünkü bu tarz pardösü ve giyimlerde hem kibir işareti vardır, hem de yerdeki pislikleri silip süpürüp götürürken, bakanların tiksinti ve nefretine de sebep olmak söz konusudur.
"Ümmetimin son dönemlerinde giyimli, fakat çıplak birtakım kadınlar olacaktır. Bunların başlarının üstü deve hörgücü gibi bulunacaktır. Ancak onlar cennete giremez, cennetin kokusunu bile alamazlar." (Ebu Davud Libas 125, Cennet 52)
Boynu ve -baştan arkaya kayarak- saçı tam örtmeyen başörtüsü kullanılmamalıdır. Pardesü ve elbisenin içinde bırakılmak veya ense üzerinde düğümlenerek sıktırılmak suretiyle, saçın şeklini ortaya çıkaran başörtüleri de tercih edilmemelidir.
Yalnız çene altından veya enseden bir düğüm atılınca, boyun açık kalmakta ve Nur Suresi 31. ayette geçen “başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar.” emri terk edilmektedir.
Mü`min kadının haram bir madde içermeyen parfümleri kocası için kullanmasında bir sakınca yoktur fakat dışarıya çıktığında kokusunu başkalarına duyurmamak zorundadır.
“Bir kadın koku sürünerek dışarı çıkar ve koku ulaşsın diye bir topluluğun yanına uğrarsa, zinaya bir adım atmış olur.” (Tirmizi, Edeb, 35; Nesâî, Zîne, 35)
Kadınlar, deri üzerinde bir tabaka oluşturmayan boyalarla kocalarına şirin görünmek için aşırı olmamak şartıyla makyaj yapabilirler. Sokağa çıkarken ve kendilerine nikâh düşen erkeklerin görecekleri yerlerde bu tip süslenmeleri terk etmeleri ve tesettüre uymaları gerekir. Bunun aksini yapmak caiz değildir.
Babası, kayınpederi, oğlu, kocasının eski hanımından olan oğlu, kardeşi, yeğenleri (erkek ve kız kardeşlerinin oğulları), amcası, dayısı, sütkardeşi kadının mahremidir. (bkz. Nur, 24/31) Bunlar dışında kalan bülûğ çağına ermiş erkekler bir kadın için namahremdir ve tokalaşamaz. Örneğin, amca oğlu, dayı oğlu, hala oğlu, teyze oğlu, enişte, kayınbirader, küçüklük arkadaşı, aile dostu...
Düğünlerde namahrem karşısında oynamak tesettüre aykırı bir davranıştır. Tesettürlü bir bayan sosyal medyada boy boy fotoğraflar paylaşmamalı, toplumda sağa sola sigara dumanını üfleyerek yakışıksız görüntüler sunmamalıdır. Erkeklerin bulunduğu bir plajda tesettür mayosu ile de olsa kadınların yüzmesi doğru değildir. Bu tarz hareketler tesettürün izzetine aykırıdır.
"Bir kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir"(Ahmed b. Hanbel 11, 50; Ebu Davud, Libas, 4)
"Bizden başkasına benzemeye özenen bizden değildir"(Tirmizî, Isti`zân, 7)
"Resûlullah (s.a.v.), kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etti."(Buhari, Libâs 61)
Yabancı erkeklerin dikkatini çekecek şekilde ses çıkaran ve kadının yürüyüşündeki edeb ve vakarını etkileyecek şekilde ses çıkarıp dikkat çeken ayakkabılar giymek caiz değildir.“Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar.” (Nur, 24/31) Yani baştan ayağa örtündükten sonra yürürken de edeb ve vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sunî veya doğal ziynetler bilinsin diye, bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle dikkat nazarları çekmesinler; çünkü erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır."(Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Nur Suresi 31. ayetin tefsirinden)
Bir Müslüman hanımın kendi mahremlerinin yanında ziynet yerlerinin açık olması caiz olduğu gibi, kendisi gibi diğer bir Müslüman hanımın yanında açık olması da caizdir.
Bir hanımın diğer hanıma avreti, dizi ile göbeği arasıdır. Yani bir hanımın diğer hanımın bedeninin bu kısmına bakması kesinlikle caiz değildir.
“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik).”(A'raf 7/26)
“…Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalınızdır. Muhakkak ki, Allah, bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucûrat 49/13)
Daha detaylı bilgi için:
Sualinizin cevabı, her şeyde olduğu gibi, söylediği ve anlattığı kıyamete kadar cari olan Kuran-ı Hakim’dedir.
Daha birçok örnekleri olan birkaç ayet-i kerimenin meallerine bakalım:
“Ne ehl-i kitaptan inkar edenler, ne de müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler…” (Bakara 2/105)
“Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin; onlar size fesat çıkarmakta kusur etmezler. Her zaman sıkıntıya düşmenizi isterler. Doğrusu kinleri ağızlarından taşmıştır hep aleyhinizde konuşurlar. Sinelerinin gizlediği kin ve düşmanlık ise daha büyüktür. Eğer akıl erdirirseniz, doğrusu ayetlerimizi size iyice açıkladık.
İşte siz öyle kimselersiniz ki o kafirleri seversiniz; onlar ise kitapların tamamına iman ettiğiniz halde sizi sevmezler. Halbuki sizinle karşılaştıkları zaman: “İman ettik!” derler. Kendi başlarına kalınca da, size olan öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizle geberin!” Muhakkak ki Allah, sinelerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”(Al-i İmran 3/118-119)
Peki kimdir genel olarak bu kafirler? Cevabı gene Kuran versin;
“Şüphesiz ki Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak, Allah’a inanıp, peygamberlerini inkar etmek isteyenler ve: “Biz, peygamberlerden bir kısmına iman eder, bir kısmını inkar ederiz” diyenler ve iman ile küfrün arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte bunlar gerçek kafirlerin ta kendileridir. Kafirler için ise pek aşağılayıcı bir azap hazırladık!”(Nisa 4/150-151)
Bahsi geçen ayetlerde kafirler üç gruba ayrılmış:
Hem Allah’ı ve hem peygamberlerini inkar edenler; putlara tapan ve/veya akıl ve nefislerini putlaştırmış olan müşrikler, dinsizler, ateistler, materyalistler, tabiat perestler... bu gruba girer.
Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler; yani Allah’a iman iddiasında bulunup da peygamberlere inanmayan masonik felsefenin peşinde giden deistler, evrimciler...bu gruba girer.
Peygamberlerin bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyenler; Yahudi ve Hristiyanlar da bu gruba girer.
İşte mümin olmayan bu insanların tamamı, müminlere devamlı zulmetmekte ve Allah katında tek hak din olan İslam’a karşı ellerinden geleni yapmaktadırlar. Hayat görüşü olarak birbirleriyle pek ortak noktaları yoktur ama İslam düşmanlığında birleşirler.
Sebebine gelince: Hem dünyaya geliş ve varoluş hakikatlerinden bihaber olmalarından ve bundan neşet eden kıskançlıklarından, hem de İslam’ın getirdiği gerek ekonomik, gerek maddi, gerekse manevi huzur ve adalet düzeninin kendi tekerlerine çomak sokacağını çok iyi bilmelerindendir.
Mesela dünya ekonomisinin büyüklüğünün 100 trilyon dolar olduğu varsayılmaktadır. Bunun ⅕’i dahi Müslümanların elinde olsa, bu paranın yıllık zekatı ile Müslüman olsun olmasın bütün dünya insanlarının fakirlik, açlık, sefillik gibi sorunları bir senede çözülebiliyor. İşte üst akıl bunu asla istemiyor, çünkü o zaman Güney Asya’da ayda 30 dolara çalıştırdığı modern köleler, daha fazla hak talebinde bulunacak, işte bütün mesele bu!
“İslam alemi, İslam dışına çıktığı için teknik terakkide son 200 senedir yerlerde sürünmektedir.” lafı ne kadar doğru ise, “Medeniyet batıdadır” lafı da bir o kadar yanlıştır; Teknik terakki asla medeniyet değildir! Mazlumların ahı üzerine kurdukları sözde “medeni” ve “cicili-bicili” şehirlerinin başlarına yıkılmasına pek az kalmıştır.
Üst akıl dediğimiz, siyonist güdümlü günümüz macro ekonomik dünyasını ve global dengelerini idare eden daha doğrusu ettiğini zanneden ve küfrün elebaşlarını temsil eden dünyadaki çok çok küçük bir azınlık, ne yazık ki içinde bazı Müslümanların da bilerek veya bilmeyerek bulunduğu, hangi devletten olursa olsun bazı menfaatperest insanları da yanına almıştır.
Bu talancı kafir güruh, insanlığın neredeyse tamamının bitmek tükenmek bilmeyen nefsani arzularını kamçılayıp onları adeta hipnotize ederek sadece dünya için yaşar hale getirmiş ve nihayetinde bu tefekkürsüzleştirdikleri insanları adeta tüketimden, üstelik faizle ve borçlanarak yapılan sonsuz tüketimden başka bir şey düşünmeyen canavarlar şekline getirmişlerdir.
Düşünsenize; insan dünyaya gelecek, “iyi” bir eğitim (tabi ki seküler) alacak, sonra çalışacak, kariyer yapacak, fırsat bulursa evlenecek, olmazsa boşanacak, evde köpek besleyecek ama anne ve babasını huzurevine koyacak, sürekli cep telefonunu, evini, eskimeyen kıyafetlerini, vb., değiştirecek, mütemadiyen aktivitelere gidecek, eğlenecek, hoplayacak, zıplayacak, tek derdi bir top potadan ya da kaleden içeri girdi mi girmedi mi olacak, belli bir yaşa gelince hastalanacak, hastaneye servet ödeyecek, sonra da zamanı gelince sessizce ölecek!
Yaratılış amacımız bu mudur yani?Asla! Oysa bir saat tefekkür bize inşallah hak yolunu buldurur! İslam’ın ekonomik modeli çok nettir, müminlere hitaben mealen buyurulur:
“Helal olarak kazandıklarınızdan yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz!”(Araf 8/31)
“Sizi rızıklandırdıklarımızdan Allah yolunda sarf ediniz!”(Bakara 2/3)
Üst aklın amacı ise, bundan taban tabana zıt olarak “her bir insandan hayatı boyunca ne kadar para koparsak kardır!” mantığıdır.
İşte tefekkürsüzleştirilen bu zavallı insanlar, çoğu farkında dahi olmadan zulüm üzerine kurdukları düzenleri için haliyle kendilerine en büyük düşman olarak İslam gösterildiğinden, İslam ve temsilcilerine her şekliyle hücum etmektedirler, İşin özü budur!
Biz müminlere düşen ise şu ilahi fermanların gereğini yerine getirmektir:
“Sizin dostunuz ancak Allah’dır, O’nun Resulüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğen kimseler olarak namazı hakkıyla eda eden ve zekatı veren müminlerdir.”(Maide 5/55)
“Hep birlikte Allah’ın ipine, Kuran’a sımsıkı sarılın ve parçalanmayın…” (Al-i İmran 3/103)
Cenab-ı Hakkın birbirinden ibretli ayetleri olayı bu kadar net ortaya koyarken, İslam aleminin durumu oldukça üzücü görünse de, adetullah gereği İslam’ı tekrar hak ettiği yere getirecek görünürde bizim milletimizden başkası değildir, yeter ki istihkak kesb edelim ve de ümitvar olalım! Ancak sabır çok önemli çünkü adetullah gereği işler tedrici olmaktadır, gidişat da inşallah bu yöndedir.
Sabrın yanında bize düşen;
- İmanımızı kavileştirmek ve dinimizi daha iyi öğrenip, yakın çevremizden başlayarak ulaşabildiklerimize tebliğ etmek!
- İslami ölçüler dahilindeki her türlü teknik terakki için en azami ölçüde gayret göstermek! Gavura maddi ve teknik muhtaçlığı sıfıra indirmek!
- Asrımızın lehviyat, sefahet ve malayaniyatlarından uzaklaşmak, mesela gecelerimizi tv dizilerinin ve gıybet programlarının karşısında geçirmemek!
- Başta namaz olarak Allah’ın emir ve yasaklarına, helal ve haramlara azami dikkat etmek!
- Başta İslam alemi sonra bütün dünya insanları için Allah’tan hidayet dilemek, sonra da tevekkül etmektir!
Bu yolda tavizsiz yürürsek zafer kesindir!
Çünkü vaad Cenab-ı Hakkındır, nitekim ayet-i kerimede buyurulur:
“Böylece kim Allah’ı, peygamberini ve iman edenleri dost edinirse, artık şüphesiz ki galip gelecek olanlar, ancak Allah’ın taraftarlarıdır.”(Maide, 5/56)
Neden İslam aleyhinde bu kadar çok yazılar çalışmalar var bu insanların amacı ne?
Peygamberimiz (s.a.v) nehrin kıyısında abdest alsak bile suyu israf etmemizi istemiyor.
Nehirde su çok olabilir ama bir insan bir kere gereksiz olarak bol harcamaya alışırsa suyun az olduğu yerde de çok harcar ve işte israf alışkanlığı böyle oluşur.
Bazı israf örneklerini hatırlayalım:
Sık sık ülkemizde ekmek israfından bahsediliyor ve israf edilen ekmek ile milyonlarca aç insanın doyabileceği ifade ediliyor; ama biz yine de ekmeği israf ediyoruz.
Okumuş yazmış sözde kültürlü insanlar da sonradan görmüş olanlar da açık büfe usulü yemek aldıklarında yiyeceklerinden fazlasını alıyorlar, kendileri almazsa çocukları alıyor onlara ses çıkarmıyorlar, masadan kalktıklarında çöpe gidecek ekmeğe, yemeğe ve meyveye bakınca insan kime ne diyeceğini bilemez hale geliyor; zaten bir şey diyecek olsanız sizi azarlamaya hazır duruyorlar.
Evlerimizde birçok eşya, alet, giyecek vb. var; çoğumuz bunları dayanabilecekleri son güne kadar kullanmak yerine farklısını, yenisini, daha fiyakalısını, konu komşuda gördüğümüz yeni çıkanını görünce mevcudu atıyor, ötekini alıyoruz.
Yüz liraya alabileceğimiz, mal edebileceğimiz bir şeyi sırf marka düşkünlüğü yüzünden bin liraya alanlarımız oluyor.
On liraya lahmacun, hatta pide var; pek inanmak istemedim ama bu tatilde bir moda tatil yerinde yetmiş liraya lahmacun satanlar ve alanlar olmuş.
Her evde çocuklara mahsus oyuncakların yığıldığı bir depo var. Oyuncakları kanıksamış olan çocuklarımıza alınan, getirilen yeni bir oyuncağın ömrü bazen bir saati bulmuyor; çocuk ya kırıyor, ya da bir kenara atıp başkalarına yöneliyor.
Büyük bir âfet olan“zaman israfı” en değerli varlığımız olan ömrümüzü boşa akan sel suyu gibi alıp götürüyor.
Tüketim çılgınlığı, kapitalizmin dellalları veya davulcuları olan reklamcılar sayesinde zirveye tırmanmaya devam ediyor.
Dışarıdan çok alıyor (ithal ediyor) dışarıya az satıyoruz (ihracatımız daha az oluyor). İthal edilenlerin tamamı zaruri ithal malları değil, oranını bilmiyorum ama oldukça önemli bir kalemin ve miktarın gereksiz ithal malları olduğunu biliyorum.
Gelelim tasarrufa.
Bizim dinimiz, ahlakımız, geleneğimiz “sahip olduğumuz malların asıl malikinin Allah olduğunu, bunun bize belli sınırlar ve kurallar çerçevesinde kullanılmak üzere emanet edildiğini” söylüyor. Şu halde bir Müslümanın servetini kural dışı ve topluma zararlı olacak şekilde kullanması emanete hıyanet teşkil ediyor.
Tevbe suresindeki “kenz âyeti”, güncel problemimiz olan döviz stoklama konusunu da içeren güçlü bir uyarıdır:
“Ey iman edenler! Bilin ki Yahudi din bilginlerinin ve Hıristiyan din adamlarının birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın gümüş biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele! / O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak: İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız; tadın şimdi biriktirip sakladıklarınızı!” (9/34-35).
Bu âyeti Kur’an Yolu isimli tefsirimizde şöyle açıkladık:
“Âyette daha sonra, topluma iyi örnek olacak yerde kişisel ihtiraslarını bütün değerlerin üstünde tutan bu din temsilcileriyle birlikte, –özellikle o günkü şartlarda– temel iktisadî mübâdele araçları olan altın ve gümüşü stok ederek ekonomiyi durağanlaştıran ve böylece toplumun çeşitli mahrumiyetlere mâruz kalmasına sebebiyet veren kimselerin de acı veren bir azaba çarptırılacakları bildirilmiştir. Müteakip âyette de, bu cezanın ne kadar ağır olacağını gösteren bir tasvire yer verilmiştir. 34. âyette, Allah’ın hoşnut olacağı yollara harcamak üzere mâkul birikim sağlayan kişilerin bu kapsamda düşünülmemesi için konan özel kayıttan, burada, iktisadî hayatın canlılığını sağlayan mübâdele araçlarını sırf kişisel servetlerini artırma amacıyla kilitleyenlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu ifadenin tefsiri sırasında Hz. Peygamber’e ve sahâbîlere atfen zikredilen birçok rivayet de, başta zekât ödemeleri olmak üzere gereken vecîbeleri ihmal etmeksizin ve üzerinde kul hakkı bulundurmaksızın servete sahip olmanın buradaki yergi ifadesinin kapsamında olmadığını göstermektedir. İbn Âşûr, esasen âyetin bu konuya sırf servet sahibi olma ve mal stoklamayı yerme veya hayır yollarına harcama yapmayı övme bağlamında değinmediğini, âyetteki tehdit ifadesinin harcama yapmaksızın (ekonominin tıkanmasına yol açacak tarzda) servet biriktirmeyle ilgili olduğunu belirtir. (X, 177)”
Mal, mülk, para… Allah’ın kullarına emanet ettiği varlıklardır; bunları, dünyadaki sahipleri, Allah’ın kitabında koyduğu, Resulüne açıklattığı kurallara uygun olarak kullanacaklardır.
İslâm’ın mali ibadetler için koyduğu zenginlik sınırı/ölçüsü oldukça azdır; bunun da sebebi/hikmeti sosyal yardımı ve yeniden dağılımı azami genişlikte yaymak ve ifa etmektir.
Bir Müslüman, israfsız bir yıllık geçimine denk düşen cari varlığına (zekâta tabi malların miktar ve para olarak bu kadar tutarına -ki buna havâic-i asliyye denir) sahip ise zekât ödemekle yükümlü değildir (zengin sayılmaz). Bu miktar kadar mesela parası, altını, gümüşü, ticari malı daha varsa ve bu mallar bir yıl boyunca onun mülkiyetinde kalmış ise zekât bakımından zengin sayılır ve zekâtını ödemesi gerekir.
Bir yıllık gider dışındaki para veya ticari serveti zekâtın tüketmemesi için bununla para veya ek mal kazanmak gerekecektir; bu ise yatırım, üretim ve ticaretle olacaktır.
Müslümanlar ihtiyaçları kadar harcarlar ve sonu gelmez arzularına karşı durabilirlerse bir yandan zekât ve faizsiz borç (karz-ı hasen) verebilmek, diğer yandan ülkenin zenginliğini ve gücünü arttırabilmek için para biriktirirler (tasarruf yaparlar), bu güzel niyetlerle tasarruf mali ibadet ve cihad sayılır.
Peki, halkı Müslüman olan Türkiye’nin diğer milletlere nispetle tasarrufu hangi boyuttadır? Ve tasarrufu az olan bir toplumun hali nice olur?
Ülke çapında tasarruf kısaca şöyle tanımlanıyor:
“Milli gelirin yatırım harcamasına ayrılan kısmı”.
Bu konuda yapılan araştırmalar şunu gösteriyor:
“Türkiye’de kazanıyoruz fakat tasarruf yapmıyoruz. Türkiye’de tasarruf oranları dünya geneline göre oldukça düşük. Gelişmekte olan ülkelerin tasarruf oranları bir tarafa ülkemizdeki oranlar düşük gelir grubuna dâhil olan ülkelerden bile çok daha düşük.”
“Türkiye’de hiç tasarruf yapmayanların oranı yüzde 34. Türkiye bu oranla 12 ülke arasında en üst sıralardaki yerini koruyor. Buna karşın Çin ve Endonezya gibi ülkelerde ise düşük gelir seviyesine rağmen tasarruf oranları yüksek. ‘Gelir seviyem düşük o yüzden tasarruf yapamıyorum’ cevabı da doğru bir cevap değil. ‘Gelir seviyem düşük ama yeni çıkan filan telefonu almaya çabalıyorum’ diyenler var. Bu dengeyi halen oluşturamadık.”
Türkiye’nin %7 kalkınma hızına ihtiyacı var; bu hız yakalanamayınca artan nüfus iş bulamıyor, işsiz sayısı artıyor ve gelişmiş ülkelere göre refah farkını azaltmak mümkün olamıyor.
Türkiye milli gelirinin %4,5’ini kadar yatırım yaparsa %1 büyüme sağlayabiliyor. Türkiye’nin %7 büyümeyi koruyabilmesi için milli gelirinin %31,5’i kadar tasarruf sağlaması ve bunu da yatırıma dönüştürmesi gerekiyor. Hâlbuki ülkemizin tasarrufu %20’nin de altındadır ve geri kalan kısmının dış kaynaklardan sağlanması gerekir.
Rezerv para yabancının, bizden fazla ekonomik güç yabancının, para ipinin ucu düşmanın elinde, ileri teknoloji yabancılarda, nükleer silah gücü ve ileri korunma imkânları yabancılarda ve bize vermiyorlar; bir ABD’ye, bir Rusya’ya başvurup almaya çalışıyoruz.
Durum böyle iken gece gündüz açığı kapatmak üzere çalışmak; kararında harcayıp geri kalanı tasarruf ederek yatırıma dönüştürmek farz mı, vacib mi, müstehab mı, mübah mı? Buna fakihler karar versinler!
İhtiyaç ortada iken “mübah, serbest, olsa da olur olmasa da olur” denemeyeceği kesindir.
Mekke’nin fethinden önce Allah rızası için büyük fedakârlıklarla Medine’ye göçüp Peygamberimiz’in (s.a.v.) yanında yer alan, zengin iken yoksul düşen, evli iken evsiz (eşsiz ve evsiz) kalan, toplumu içinde itibarlı bir kimse iken Medine’de garib olan, ama bütün bunları önemsiz kılan bir devlete; “Allah Resulü ile beraberlik” devletine eren ashâba muhacirler diyoruz. Mekke fethedildikten sonra bu sıfatla anılma ve bu manada muhacir olma imkânı sona ermiş oldu. Bundan sonra müminlerin önünde günahtan sevaba, nefsin rızasından Allah rızasına, cehenneme götüren yoldan cennete götürene göçmek (hicret) ve iyi niyet kalmış oldu.
Hicret İslam ve Müslümanların tarihinde çok önemli bir olay olduğu için Hz. Ömer’in hilafetinde bunu, takvimlerinin başlangıcı kıldılar. O döneme kadar Arapların belli bir tarihi yoktu. Bazı önemli hadiseleri “Hz. İbrahim’in ateşe atılışı, Fil vakası” şeklinde tarihe başlangıç olarak kullanıyorlardı.
Medeniyetimizi zorla terk ettirenler yılbaşımızı da değiştirdiler, Batı uygarlığını taklit etmeyi çağdaşlaşma/medenileşme sayanlar yılbaşını da onların takvimlerine uydurdular, ancak zekât, oruç, hac gibi ibadetlerimizde biz hala kamerî takvimi ve resmi takvim yanında hicrî takvimi kullanıyoruz. Bir gün zalim dünya düzenini adil dünya düzenine çevirme misyonunu ümmet yüklendiğinde resmi takvimimiz de değişecektir.
Bu münasebetle Peygamberimiz’in (s.a.v.) “âlemlere rahmet oluşunu” kabul etmeyen ve ilgili âyeti gelenekte olandan farklı yorumlayanlara bir hatırlatma yapmak istedim.
“Her ilim sahibinin üstünde bir ‘her şeyi bilen’ vardır”. Kendini en bilgin, tek bilgin sanan, bildiği ve söylediğinin de mutlak doğru olduğuna inanan kimseler yanılmaktadır. İslâmî ilim geleneği âlim, sûfî ve filozof sıfatlarıyla anılan binlerce üstün zekânın ortaya koydukları bilgi birikimidir. Çağın âlimi (ilim yolcusu) yetkin ise bunları taklit etmek mecburiyetinde olmayabilir, ama ne söylediklerini, nereden ve nasıl söylediklerini bilmek durumundadır; bu bilginin iki faydası vardır: 1. İnsanı yanılmaktan kurtarabilir. 2. Aklına akıl, düşüncesine düşünce, ilhamına bereket, bilgisine zenginlik katar.
“Peygamberimizin âlemlere rahmet olarak gönderilmediği, ilgili âyette geçen rahmetin ‘Allah’ın rahmeti’ olduğu; yani Allah âlemlere merhametli olduğu için kullarına Peygamberimizi gönderdiği” iddiası/yorumu karşısında gelenekte ne var diye iki tefsire baktım: Taberî ve Râzî’nin tefsirlerine. Bu tefsirlerin ilki rivayet, ikincisi dirayet tefsirlerinin zirvelerini temsil ederler.
Her iki tefsir sahibi de Arapça’yı iyi bilirler, İslâmî ilimleri de hakkıyla okumuş ve hazmetmişlerdir. Bunlarda “âlemlere rahmet olma” durumunu Peygamberimiz’e değil de Allah’a ait kılma anlayış ve yorumu mevcut değildir.
Bu yorumu yapanların naklî (gramer, ayet ve hadis olarak) tutarlı bir delilleri ve dayanakları yoktur.
Aklî delil olarak da şunu söylüyorlar: “Âlemlerin içinde canlı cansız bütün varlıklar vardır, bunlara rahmet olmak söz konusu değildir, âlemleri canlılar ve bunların içinden de insanlar olarak alsak bile bunların içinde müminler ve kâfirler vardır; Allah Resulü kâfirlere rahmet olmamıştır…”
Bakın o iki müfessir de bu düşüncenin, akla gelen bu ihtimalin farkındalar (yani bunu düşünenler yalnızca birkaç çağdaş tefsirci değildir), ancak onlar, diğer akıl ve nakıl delillerini de göz önüne alarak burada geçen “âlemlerden” maksadın insanlar olduğunu, insanların içinde müminler ve kâfirlerin de bulunduğunu, Peygamberimizin (s.a.v.) müminlere irşad, örneklik ve şefâatle… rahmet olduğunu, kâfirlere ise başka kavimlerde olduğu gibi dünyada küfürlerinin cezasını çekmekten kurtardığı için rahmet olduğunu (Sen onların içinde iken Allah onların kökünü kazıyacak bir azapta bulunmaz… Enfâl: 8/33) haklı olarak ifade etmişlerdir. Ve demişlerdir ki: “Genel ifadelerin bazı istisnalarının olması bu ifadelerin maksad ve manasını ortadan kaldırmaz. Mesela yağmur da rahmettir, ama bazı zararları da olabilir, bu istisnai durum onun genel manada rahmet olma özelliğini ortadan kaldırmaz.”
Gelenekte bunlar var iken çağdaş iddiaların en azından daha mütevazı olması gerekmez mi?
Bir de şu var:
Diyelim ki, “Allah Teâlâ’nın rahmeti âlemşümul olduğu için Peygamberimizi gönderdi”, peki, yorumcunun akli itirazları bu yorum için de geçerli değil midir? Yani Allah âlemlere rahmetli-merhametli olunca kâfirlerin, dünyada acı çekenlerin, dertlilerin… bu rahmetin dışında kalmış olmalarına ne diyeceğiz?
Allah’ın rahmeti gadabına galiptir, Peygamberimiz de âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir; ancak bu rahmet ve merhametten istifade edebilmenin şartları konmuştur, bu şartlara uymayanların rahmetten istifade edememeleri genel manayı ve kuralı bozmaz vesselam.